Luhmann’ın formulasyonuyla ortaya konan SSK, sosyolojiye bir katkı
olmasının yanı sıra, toplumsal düzenlerin açılımları ve onlara sağladığı
esinlenimler sayesinde kendine özgün bir sistem kuramı oluşturmuştur. Luhmann’a
göre -tezimizden farklı olarak- bütün (biyolojik, psikolojik veya sosyal)
sistemler ‘iç/dış’ daha doğrusu ‘sistem/çevre’ ayrımı dolayısıyla karakterize
olurlar. Ama aynı zamanda çelişkili gibi görünse de, Luhmann hiçbir sistemin
kendi çevresinden bağımsız olarak ele alınamayacağını yahut belirlenemeyeceğini
de belirtir. Bu belirtim onun tarafından şu şekilde yorumsal bir biçimde
tanımlanır: Bir sistemin işlemleri,
çevresine dâhil olmayan şeylerden onu ayırt eden sınırı çizer. Sistem ayrımlar,
farklılıkların gösterilmesi ve gözlemlerin sonucu olarak mevcut olur. Sistemler
operasyonel olarak kapalıdırlar, yani onlar yalnızca kendi spesifik sistem
operasyonlarında ele alınabilir ve gözlenebilirler.1 Luhmann’a göre
bugünkü toplumsal sistem içinde yaşanan ayrımlaşma biçimi, toplumsal sistemin
çevresi, toplumun maddî ve manevi kaynakları, eşya ve insanlar üzerinde o
derece büyük etkiler doğurmuştur ki, bu etkiler neticesinde ‘çevre’, geleceği
belirleyen merkezî faktör konumuna yükselmiştir. Çevrenin gittikçe artan önemi,
toplumsal sistem içindeki ayrımlaştırıcı yapıyı intibaka zorlayacak ve bu
suretle sistem içi ayrımlaşmanın ağırlığını yeniden azaltacaktır. Görüleceği
üzere, Luhmann çevreyi bir yanıyla dışta kalan, ama sistem üzerinde son derece
etkin belirleyici ayrı bir faktör, adeta münferit bir sistem olarak
varsaymaktadır. Ancak, bu varsayım üzerinden yapılan yorumlamadaki problem
sistem düşüncesinin ortaya konmasındaki ‘direkt analojiye’ dayalı çıkarımların
oluşturduğu yaklaşımlar ve bu yolla ortaya çıkan benzeştirmeden kaynaklanan
anlama eksikliğinin dışavurumudur. Şöyle ki, sosyal bilimlerde doğa
bilimlerinden yapılan benzeştirmelerde dolaysız ve tam aktif aktarımlar, insan
ve toplumla ilgili konularla tam olarak örtüşmediği durumlarda anlamsız
sonuçlar ortaya çıkabilir. Yaygın olarak sosyal mühendislik olarak
nitelendirdiğimiz, insanı ve toplumu tasarımlamaya yönelik alan çalışmaları,
kurgusal-saptırıcı komplo teorileri, new-age-mistifize akımlar, mental
seyahatler, kuantum sıçramaları, modern ve post modern bilimcilik vs. konuları
buna örnek olarak verebiliriz. Luhmann’ın SSK da kısmen bu kategoriye girmekte
olup, ağırlıklı olarak organik analojiye dayanması nedeniyle toplumu kapalı
sistemik ve kendi kendini düzenleyen öz devinimli bir bağlamda okumaya
çalışmaktadır. Bu nevi okumaların barındırdığı risk, Platon ve Hegel üzerinden,
kısmen Marx’a kadar uzanan ve sonuçta günümüzde de yeni eğilimlerle –değişik
biçemlerde de olsa- totaliter türden kapalı toplum görüşlerine kapı aralayan ve
insanı salt insan ve birey olarak görememeyle malul abartılı sistem
düşüncelerinin zemin hazırlayıcısı olabilme olasılığıdır. Hâlbuki bizim bahis
konusu yaptığımız ÇKS felsefesi, bu tür rizikoları göz önünde tutarak, her
şeyden önce insan için açık toplum anlayışını vaz’eder ve çevre unsurunu
durumsallıkla alakalı olarak görse de dışarıda tutmaz ve sistemik katmanlarda
etkileri olan doğal anasır olarak kabul eder.
Luhmann’ın teorik
açıklamaları çözümleme birimi olarak bireyler veya grupları değil, sistemleri
temel almaktadır. Bu sistemler ise ağırlıkla iletişimlerden oluşur, bu yüzden
de toplum dışında iletişim yoktur. ‘Toplum’ dünyayı anlamlandıran diğer
sistemlerle irtibatlı olduğundan, sosyal dünyadaki ilişkilerin temel biçimi,
birey ve toplum arasında değil, sosyal sistem ve çevresi arasında şekillenir.
Modern toplum iktisadî, siyasî, hukukî ve dinî bir takım alt-sistemler ile
bunların kendi çevreleri temelinde farklılaşmış bir toplumdur. Teori
‘insanlar’ı ‘kendi kendini tanımlayan’ hem biyolojik, hem psişik düzlemde
yaşayan ve bilinçleri aracılığıyla anlam üreten sistemler olarak görür. Bununla
beraber Luhmann, ne bireylerin ne de insanlığın önemini inkâr eder. Fakat
‘bilinç’ ile ‘iletişim’ arasında ayrım yapar ve bunların her birinin anlamlar
dünyasının ayrı otonom alanları olduğunu vurgular.2 Burada,
Luhmann’ın da diğer pek çok –bilhassa- işletme-yönetim gurusunun (duayenler
ola- rak da nitelendirilen) genelleyici bakış açısının baskın olduğunu
söyleyebiliriz. Sistem ve insan ayrıma dayanan bu görüşe göre, örgütsel işlerin
yürütülmesi sistemiktir ve bundan ötürü aksaklıklar ağırlıklı olarak sistem
kaynaklıdır. Bu konuda W. E. Deming’in işletmesel yönetimlere dair aşağıdaki
tespitleri iyi bir örnektir:3
Bütün
organizasyonların başarı veya başarısızlığı tepedeki kaliteye dayanır. Hatanın
yıllardır süregelmesi, sorunun sistemde olduğunu gösteren bir itiraftır. Sistem
hatalı olduğunda sistem içindeki insanlar suçlanmamalıdır. İki tip hata vardır:
1. Hata sistem kaynaklı iken (genel hata), biz onu özel hata olarak ele alırız,
2. Hata, özel bir hata iken ve tanımlanıp, imkân varsa yok edilebilecekken, biz
onu sistemden kaynaklanan bir hata, yâni genel hata olarak ele alırız. Eğer
organizasyonunuz yavaş yavaş kötüye gidiyorsa ve yönetim buna önem vermiyorsa, birinci
tip hata var demektir. Benzer hatalar uzun süredir tekrarlanıyorsa, hatalar
sistemden kaynaklanıyor demektir. Hatayı şahıslarda aramak zaman israfıdır.
Eğer şoför, arabadan gelen takırtıya kulak vermez, sürmeye devam ederse ve
krank mili kırılırsa, ikinci tip hata yapmış olur. Bir organizasyon başarısız
ise; kusurun beşte biri çalışanlarına bağlanabilir. Kusurun büyük kısmı
yöneticilere, idarecilere veya kurmaylara bağlıdır. Pek çok organizasyondaki
çalışanlar, sistem yüzünden sınırlanmışlardır, sistem ise yönetime aittir.
Deming’in durum
saptamasındaki dilbilimsel mantık, analitik yöntem ve çıkarımlar her ne kadar
uyumsuzluklar içerse de, bir yandan pragmatik açıdan sistem olgusuna eleştirel
bir yaklaşım, çıkış noktası olması yönüyle, diğer yandan hümanist bir pozisyon
alış olması hasebiyle yaygın, tipik ve soyutlayıcı bir bakış açısıdır. Burada
biri sual, biri tespit olmak üzere iki husus diğer analizlere gerek olmaksızın
söz konusu görüşlerin maluliyetini ortaya koymakta yeterli olacaktır; sistemi kuran
kimdir? Sistem bir yönüyle soyut bir olgu iken, diğer yönüyle aidiyeti yönetime
mahsus kılınmaktadır; yani sistemi oluşturan eninde sonunda insandır, onun
getirileri de insan içindir ve sorumlulukları, götürüleri de insana
mütedairdir.
Yoldaş’ın belirtiminde
olduğu gibi, Luhmann modern toplumu bir takım işlev sistemlerine ayrılmış
bütünlüklü bir sosyal sistem olarak düşünür; ancak bu alt işlev sistemleri
kendi perspektiflerinde geçerli olan kendi kodlarını kullanırlar. Buna göre bir
işlev sistemi diğer bir işlev sisteminin görevini üstlenmez. Düşünülen bütün iç
sistem ilişkilerinde, hiçbir sistem bir başkası için yerini değiştirmez.
Luhmann modern toplumun karmaşıklık üreten
yapısından dolayı, gelecek konusunda da pek iyimser değildir. Ona göre
modern dünya, normların paylaşılabilmesine ve hatta değerlerin
genelleştirilebilmesine izin vermeyecek kadar karmaşıktır. Luhmann’a göre,
aslında bizi birleştiren, “sistemleştirilmiş olan yapısal belirsizliklerin
ortaklaşa kabul edilmiş olmasıdır”. Modernliğin rasyonel temelinden kaynaklanan
çevresel, ekolojik ve küresel tehlikeleri modernitenin olumsuz yönleri olarak
gören Luhmann açısından, bu endişe verici durum aynı zamanda insanlarda bir
bilinç artışına da yol açar. Ancak bu durum bile, yaşadığımız çağın aslında
“maskesi düşürülmüş bir kaygı çağı” olduğu gerçeğini gizleyemez.4
1 N. Luhmann, Form
und Funktion sozialer Netzwerke in Wirtschaft und Gesellschaft, VS Verl., 1.
Aufl., Wiesbaden, 2004, s. 44-45
2 M. Fritsch,
“Religon im System”, Orientierung, Nr. 11, Zürich, Juni 2003, s. 126-131
3
http://www.deming.de/Deming/Deming.html [Erişim: 12.05.2015]
4 M. Rühl,
Journalistik und Journalismen im Wandel: Niklas Luhmann (Hrsg.), VS Verl., 1.
Aufl., Wiesbaden, 2011, s. 128
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder