İnsanın
manaya dönük yönü olarak adlandırılan ve genelde insan üzerinden yapılan
söylemlerde bölümlenen kısımlardan biri olarak bir nevi ayrıştırılan “maneviyat”
bahsi, belki anlama açısından pratik bir amaç taşısa da, birçok diğer hususta
olabildiği gibi parçalanan öznelliğin, özneler arasının veya nesnelliğin –her
nasıl anlıyorsak- özgünlüklerinden uzaklaşmamıza ve süreç içinde alışkanlıklar
gibi kısmen zorunluğa ve yapaylığa bürünür. Söz konusu zorunluluk şartların
getirdiği baskılama gibi eş anlamları taşımayan, kendiliğinden, tabiatıyla
oluşan huy-laşma meyilli, öz devinimli hareket tarzıdır. Bu türden parçalanmanın
diğer bir çıkarsaması da indirge(n)medir. Burada indirgemeden kasıt tam olarak,
felsefi bir öğreti olanı (reductionism)
–her ne kadar bilim öğretisi/teorisi alanına taşındığında
(ki kaçınılmazdır), tümevarım gibi, post modernist veya sözde bilimsel (pseudoscience) biçeme bürünme
ihtimali bir hayli yüksek olsa da- değil, bireyin zihinsel kopukluğuna ve kısırlaşmasına
yol açabilecek olandır. Anlama, kavrama, öğrenme vb. özgünlük barındıran zihinsel
yetilerimizi verimsizleştirdiğini düşündüğüm bu tür indirgemelerin insanı, ona
has olan derinlikli mana yönüyle de daralttığı, sığlaştırdığı kanısındayım.
Yunus’un dediği gibi: “Ne Hak
buyruğun tutarsın ne kul sözün işitirsin / Hiç bilmezsin mana nedir, ne dilde
çağırmak gerek”; kapsam ve içerik açısından lisanımız,
sayemizde genişliğinden ve bütünleyici, barındırıcı zenginliğinden ödün
vermiştir. Maddi ya da manevi veya başka şekilde oluşturduğumuz ayırımlar bir
yönüyle anlayabilmemiz için kolaylaştırıcı bir düşünceye dayanmakta, ancak
diğer yandan ayrılan parçaların ait olduğu bütünlüğün sıklıkla unutulmasına,
bütünlükten kopuşumuza sebep olabilmektedir. Yani sorun, mananın bilinçsizce
anlamlaştırılmaya çalışılması, bu süreçte mevzunun çok yönlü değerlendirilmesi
yerine kısıtlı boyutlarda ele alınması ve dar çerçevesel bir tarzda
işlenmesidir. Buna eşlik eden ve çoğunluğunu hafıza marifetiyle zihnimize
taşıdığımız, kendimizden ve çevremizden menkul düşünme tarzımız, bakış
açılarımız, bilumum kondisyonlarımız (beynimizde köklenip güçlenen,
saplantılı-betonlaşmış, erk_sel fikri yapılar) mananın olağan yaratımcı
potansiyelini zedelemekte, bize bahşedilen zenginleştirme yetisini de
köreltmektedir.
Bu
meyanda, mana üzerinde yapılan ayrışım, bir yandan zihinsel işlevimiz açısından
kolaylıklar sağlamakla beraber (örneğin düşünmeye sağlanan analitik işlev),
diğer yandan bunun getirisinin zenginlik olduğu şeklinde kavranabiliyor ve tüm
bu çeşitlilik hususunda kişiyi olumlu anlamda donatabiliyor -bir arı gibi
zehirli-zehirsiz ayrımı yapmadan topladığından lezzetli ve şifa verici balı
ürettiği gibi-, her türlü ayrımcılıktan, dışlayıcılıktan, adaletsizlikten,
taassuptan, daha özel anlamda batıllaşmadan uzak tutuyor ise; kişinin gerek
anlam gerekse yarar içeren değerler üretmesine vesile oluyorsa yaşama değer
katacaktır.
Bu konunun asıl
önemli yanı unutulmuş olan kadim bir bilginin, hakkın taaddüd (çoğalma,
bölümleme) etmeyeceği, yapay olarak edildiği takdirde maneviyatın sömürüsü
vasıtasıyla batılın kullanılması temasının (özellikle İbn Haldun’da vücut
bulan), sosyal benzeşmeli (analojik) düzlemde tazelenmesi gayesini taşımasıdır.
Yine Yunus Emre’den bir dörtlük ile meramımızı sunmaya çalışalım:
“Aşkın odu geldi yüreğim
harlar
Âşık olan âr u namusu neyler
Behey Yunus, sana söyleme derler
Ya ben
öleyim mi söylemeyince?”
Hoşa pek de gitmeyen bir
konudur hakikatten bahsetmek. Berlinli bir arkadaşım vardı, şu sözü hoşuma
giderdi: “Hakikati söyleyenin
kulağını ısırırlar.” Kulağı sık sık ısırılanlar bir süre sonra
söylemekten kaçınır hale gelirler, hatta bazıları iç dünyasına döner, bazısı
küskünlüğe bürünür, bazısı her şeye rağmen, ama usulü değiştirerek söylemeye
devam eder. Söylemek fiili hak, hakikat ile ilgili ise mevzu genellikle hassas-ayrıcalıklı
mecralara seyreyler. Özneler arası (intersubjektif) bağlamda konu gelir
göreceliliğe kadar dayanır. Görecelik bir nevi nesnelleş(tiril)ir, sanki… Herhangi
bir konuda felsefi gelenekten veya gerçekten donanımlı oluştan kopukluk ki,
ikincil derece sözde düşünsel diyebileceğim yaklaşım biçemi, sıklıkla çıkmaza
girdiğine inanılan ve zayıf-sallantılı hale gelmeye başlayan fikri tartışmamızı
kişiselleştirerek, tartışmada yer alan kişisel fikirleri izafiliğe dayandırır
ve böylece karşıt görüşleri de aynı düzeye taşır. Zira ağırlıklı yaklaşımımız,
münazarada galibin ve mağlubun olması gerektiğine dair saplantımızdır. Oysa bir
tartışmanın asli amacı, yararlı, zengin, çözümleyici, geliştirici ve
iyileştirici fikirlerin-çıkarımların elde edilmesidir. Ama gelin görün ki, çok
kere münazara platformları egoist pehlivanların mücadele çayırına
dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan paradoksal ‘bana ve sana göre’ tekilliği ya da
çoğulluğu olur. Fikri üretkenliği budayan bu yaklaşım, sıkça dillendirilen
“renkler ve zevkler tartışılmaz” yaklaşımını andırmaktadır. Ama arada önemli
bir fark vardır. Renkler veya zevkler hususunda kişisel keyfiyetten dolayı problem
olmamakla, hatta ferdi özgürlük açısından fayda bulunmakla birlikte;
geliştirici, iyileştirici ve değerli çıkarımlar yapabileceğimiz eleştirel
tabanlı münazaralarda “kolaycı izafileştirmenin”
yöntem haline gelmesi başlıca iki yönden duraklatıcı, engelleyici ve dahi
buyurganlığa neden olabilir. Epistemolojik açıdan bilhassa karşılaştırılamazlık
(incommensurability) teorisinde öne çıkan,
vurgulanma gereksinimi duyulan bilgi(ler) ve yapıları arasında yaşam
tarzlarından, anlayışlara ve hatta dönemselliklere; kültürlere, medeniyetlere
göre değişen farklılıklar, kapsam, içerik, doğruluk ve hakikat açısından
birbirlerine karşı herhangi bir üstünlüğe haiz değildirler. Buna göre örneğin
antik Yunan’ın çok tanrılı inanç temeline dayalı bireysel-toplumsal tabanlı
bilgiler (-ve bunlara özgü praktikalar) ile günümüz arasındaki derin farklılıklar ve bizim her
yönden çok ileri ve gerçekçi bir aşamada olduğumuz düşüncesi, söz konusu
teoriye göre karşılaştırma, kıyaslama yapılamayacağı gerekçesiyle son derece
izafi bir yaklaşımdır. Hatta ağırlıklı olarak Aristo ile temelleri atılan ve
günümüz biliminin başlangıç noktası olarak kabul edilen bilginin
kategorileştirilmesi, bilginin (teorinin) ayrımlaştırılmasına, böylelikle bilim
dışı varsayılanın karşılaştırılmasına yol açmış ve üstünlük kabulünü oluşturmuştur. Bilhassa K. Hübner’in,
mitosu, bilim teorileri ve tarihsel bakış açılarından tartışması ve felsefi tartışmalara
yeni kapılar açtığından bahisle, ontolojik olarak mitos ve logos tarihsel
bakışa göre kendi paylarına haizdirler, biri diğerine göre çürütülebilir,
reddedilebilir veya tercih edilebilir değildirler. Çünkü mitos ve logosun
ontolojileri karşılaştırabilir değildirler.
İzafiyetin getirilebileceği bu nokta da, mananın –ki
anlamların, anlamlandırmaların zenginliği içerir- geniş anlamda potansiyeli
veya gücü ve bütünselliği de indirgenir mi? Kişi bu sorunun yanıtını vermediği
müddetçe, mana üzerine olan bakış(lar)ı, yaklaşım(lar)ı ve anlayış(lar)ı,
dolayısıyla düşünceleri, fikirleri, tarif ve tanımları ya yüzeysel düzeydedir
ya da olası bu derinliği atlamıştır. Veya bu durum sorgulamasına girdiğinde,
manaya ilişkin bu problem, aslında problem değildir, yani kişi zamanın moda
tabiriyle “kuantum sıçraması” yapmıştır! Asırlardır çeşitli şekillerde, bağlam(lar) örgüsü içinde oluşan ve
insandan kaynaklanan zihinsel işlevlerin ve edimlerin insanlığın yaşamını bütün
yönleriyle nasıl etkilediği ortadadır; mantıklı, saçma, akıl dolu, anlamlı,
anlamsız vs. ne şekilde olursa olsun, tüm yaşanmışlıklar, eylemler veya
olaylar, şifahi veya yazılı her türlü üretim ve türetim anlam(lar) içerir ve
kapsayıcıdır. Yaratılan her şeyin, her zerrenin ve derinliğin mana ile
ilişkisi-ilintisi vardır ve öznel olarak mana, insanı istese de, istemese de sabitesi
(Arşimet’e atfedilen, "Bana
bir kaldıraç-dayanak/sabite noktası
verin, Dünya'yı yerinden oynatayım.") olan maneviyata taşıyacaktır. Ne şekilde varsayılırsa ya da
hiçbir biçimde kabul edilmeyecekse de, insan duyular, duygular, düşünceler ve
açabileceğimiz her türlü donanımları ile tüm zıtlarıyla birlikte anlam
oluşturuyorsa maneviyat ile bağlantılı, yine anlam yönüyle değer oluşturucu ve
çok kereler sabitenin türevi sübut (öznel şüphe-siz gerçeklik) ile iç içedir.
Dilin kullanımında, izahta, vurgulamada sözlü-sözsüz her türden iletişimde
maddi ve manevi ayırımı yapılabilir; ancak bu ayırım eğilimlerin işaret edilmesi veya açıklanması ile ilintilidir.
Maneviyattan bahsi sadece inanca, daha radikal bir deyişle dine bağlamak,
yüklemek veya mal etmek din sözcüğünün kavramsallığının getirildiği ortam ile
yakından ilgilidir. Öncelikle batıda din anlayışı (religion) kurumsallaşma
(kilise) nedeniyle, sonrasında ise aydınlanma sürecini müteakip modernite
vasıtasıyla dar bir çerçeveye sıkıştırılmış, yaşam içinde bir bölüm haline
getirilerek meal olarak daraltılmıştır. Hâlbuki semavi ve diğer bazı dinlerde, kavram tüm bir yaşamı kapsayan ve tam anlamıyla kişinin yaşam
tarzını ifade eden içeriğe haizdir; yani
din insanın yaşam tarzıdır. Yoksa onun yaşam tarzının bir kısmı, mütemmim
cüz’i değildir. Bu tarz maddeyi de, maneviyi de içerir; her ikisi de yaptığımız
ayrıştırmadan bağımsız olarak mana-lar taşır. Öncelliği bireye ilişkindir;
sosyolojik anlamdaki kapsayıcılığı dahi bireysel zaviyeden kopuk olarak ele
alınamaz (Dinde zorlama yoktur. Artık
doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytani güçlere ve
düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en
sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi
bilendir. Kur’an, 2-256). Bundan dolayıdır ki, Kur’an açıkça “Sizin dininiz size, benimki bana!”
(109-6) mealindeki ayetle din kavramının özünü vurgulamıştır. Buna rağmen,
genel anlamda bizim için de daraltılmış anlam geçerlidir, din diyanet (religion) mesabesine
indirgenmiş; bir zamanlar meleklerin cinsiyetini tartışan içler acısı durumdaki
Bizans’ı silen Osmanlı, kahve ve tütün; Türkiye’de ise sağlık-deniz-sakız-oruç
ve benzeri tuhaf konular hakkında
fetva talepleri olmaktadır. Toplumların anlayışında diyanete indirgenen din
siyasete ve getirime, siyaset ve getirim de dine araç kılınmıştır. Bu
araçsallaştırma, hakkın batıla veya batılın hakka evrilebilmesinin önünü
açmıştır.
Politik açıdan
batıllaşma, bir tür hatadan muaf, ilahileştirilmiş, adeta ruhanilik
kazandırılan ruhban ideolojisine, klerikal (Fr. cléricalisme) yönetim biçimine,
hatta bunu da aşarak yobazlaşmış,
yozlaşmış hali ile totaliter gericiliğe (Fr.
obscurantisme) dahi dönüşebilir. Bu totaliterlik sadece toplumsal
açıdan değil, bireysel
eğilim veya grupsal kollektivite şeklinde de tezahür edebilir ve
uygulanabilir. Batıl yönetim tarzları, en ileri, en gelişmiş ve modern
yaklaşımları, evrenselliği barındırdıklarını ifade ve iddia etseler dahi klikleşmiş,
bireyin sinsice baskılanan kontrolüne dayalı sistematik yapılanmaları
bünyelerinde oluştururlar. Örtülü-merkezi işletim vasıtasıyla, tavizsiz bir
kuşatma ile oluşturdukları yerel-çevresel güç odaklarının marifetiyle tepeden
inmeci yönetimselliği hayata geçirirler. Dünya üzerindeki pek çok büyük
konsern (Eng. group of companies), kapitalin
hâkimiyet doktrini gereği bu yönetim tarzını tam olarak veya kısmen de olsa
yürütmektedir. Kapital hâkimiyet tesis etmeye kilitlenmiş yayılmanın (Eng. imperialism) kutsanmış
aracıdır. Alan uluslararası olabileceği gibi örgütsel-örgütler arası da
olabilir. Hak ne denli çoğaltılmış, bölümlenmiş ve ayrıştırılmış-ayrımlaştırılmış
ise yapaylaşma, çürütme ve karmaşıklık, yani batıla özgü özellikler de o denli
güçlü kılınmış olur. Gerçeklik hak ve hakikatin kendisi, aslisi zannedilir. Zan
sağlanmış ise, insan öz-gürlüğü o derece indirgenmiş ve dolayısıyla manipüle
edilebilir olmuştur. Gerçekliğin çoğulluğu, sömürüyü de çeşitlendirir ve bulanıklaştırır,
düzensiz ve sıklıkla değiştirilebilir kategorizasyon kolaylaşır; dilimlenmiş
pek çok bilinen, yeni, farklı ve gelişmiş olarak sunulur. Böylelikle insanın "bilgili
cahile" evirilmesinin önü iyice ve genişletilmiş şekilde açılır. Dedikodu,
söylence, yönlendirilmiş-çarpıtılmış haber vb. dahi bilgi olarak piyasaya sürülür. Batıllaşma, en hoş
ambalajlarla arz edilerek hâkim zihniyet haline getirilir. Batıllaşan ortam(lar)
ışıltılı, modern (!) görünümlüdür ve rahatlık vaz’eder. Satın alır, satılabilir,
tüketilir, tüketir. Batılla içselleşen birey, hakkın, hakikatin zahmetli ve
derinlikli karakterine mesafeli durur; bedelini karşılamak istemez. Ama batılın
getirisi olan kaygı, korku, tatminsizlik, dumurlaşma, vehim, vesveseleri vb. bedel
olarak tam anlamıyla fark edemez. Paranoyaların fikir olduğu sanrısı, hakikat yerine
üretilen suretleri de hak sanmalarına yol açabilir (bilhassa son yıllarda gittikçe
artan mistikleştirme…).
Batılın tanınması, bilinmesi gerçeklik, hak ve hakikatin kavranması ve bilinmesi
açısından gereklidir. En azından bunu başarabilen birey, “ben hakikatim” ya da
en azından “hak ve hakikatin arayıcısıyım” diyebilmelidir. İnsan bu yolda kendi
gerçekleşmesini geliştirebildiği, hakikat (içsel) ile gerçeklik (dışsal
yansıma) arasındaki bağlantıyı ve farkı kavrayabildiği sürece, bakış açısı,
değerlendirme yetisi de gelişecek; hurafeye-kandır(ıl)maya dayalı yaşam tarzı,
gerçeklik ve hakikat yönünde olumlu bir dönüşüme adım atabilecektir. Bu türden hurafeceliğin
yanında; türbelere, ağaçlara bağlanan çaputların yansıması olan hurafecilik
hafif kalır (ikincisi en azından samimidir). İşin en trajik yanı ise, aydınlanmamızın
post modern bilgiç, çürüme ve yolsuzluğa meyleden hal-i pür melali batıllaşmayı
doğallaştırması ve şişirmesi, buna karşın mana ve maneviyata dair yüzeyselleşmenin
bir o kadar yaygınlaşması ve kuvvetlenmesidir. İnsan özgün gelişimini yakinen
irdelemelidir. Bağımlılığı artmakta, öz-gürlüğü budanmakta mıdır? Sömürü ve evirilme
ile olan ilişkisi nasıl seyretmektedir? Vesaire…