Türkiye çalışma yaşamı açısından çalışanların, gelişmiş
ülkelerdekilere nazaran dezavantajlı konumda bulundukları bir ülkedir. Son
yıllarda ulaşılan bazı olumlu sonuçlara ve mevcut tedrici gelişmeci duruma
rağmen, özellikle kavranması gereken başlıca sorunlu noktanın ücret-gelir
adaletsizliği olduğu bilinmelidir. Ne derse densin, hâlihazırda asli problem
emeğin değerine, yani ücrete ilişkindir. Ülkemizde ücretli olarak çalışan
yaklaşık 18 milyon kişinin üçte biri asgari ücrete tabi olarak istihdam
edilmekte, çalışanların yaklaşık %35’i sosyal sigorta güvencesi dışındadır.
Asgari ücretin tespiti reel piyasa şartlarına göre değil, devletin eşgüdümünde
sermaye ve emek temsilcilerinin katılımlarıyla yapılmaktadır. Özel sektörde işe
başlama ücretlerinin yaygın olarak asgari tutar üzerinden belirlenmesi, kamuda
ise başlangıç ücretlerinin daha yüksek seviyeden saptanması çarpık ve çelişkili
derin adaletsizliği göstermesi bakımından çarpıcıdır. Daha da çarpıcı olan,
ücretlerin reel değerlerde belirlenmemesi hususunda devletin en önemli sosyal aktör
olarak –serbest piyasa ekonomisi söylemi arkasına sığınarak- herhangi bir rol
almamasıdır. Hâlbuki sosyal devlet olmanın koşullarının başında her halde “serbest piyasa serseri piyasa olmak değildir”
düsturu gelir.
Diğer yandan ülkemizdeki yeni iş gücünde son yıllarda mümkün
olduğunca kamu sektörüne olan yönelme dikkat çekicidir. Bunun başlıca nedeni
genel olarak hem ücret seviyesinin özel sektöre göre daha yüksek olması hem de
iş güvencesidir. Tuhaf olan husus ise gerek ücret gerekse iş güvencesine dönük
olarak ne akademik düzlemde ne de piyasa uygulama sahalarında konunun İnsan
Kaynakları bağlamında daha yaygın ve irdeleyici şekilde ele alınmayışıdır.
Kuruluşlardaki İK birimlerinin kendi işyerlerine ilişkin olarak bu hususlarda
yetkin ve yetkilendirilmiş olmaması da ayrı bir sorundur. Uygulama dâhilinde
görev alan İK uzmanlarının da şirket içi çalışmalarının rutin işler dışına
çıkmadığı, sorgulama, yenilik ve değişim konularında isteksiz ve donanımsız
olmaları İKY’nin en önemli eksik ayaklarından biridir. Diğer bir olumsuz
gerçeklik, şirketlerin üst yönetimlerinin İK departmanlarını sadece bir isim
olarak markaya eklenebilecek bir suret mesabesinde algılamaları, insan
sözcüğünü maliyetle ve bir problem unsuru mesabesinde görmeleridir. Hâlbuki
gerek dünyada gerekse ülkemizde sayıları fazla olmasa da, İK uygulamaları
alanında üst düzey çalışmalar yapan, konunun sosyal yönünü son derece iyi
kavrayan ve ahenkli bir çalışma yaşamını bünyesinde gerçekleştiren ve
istikrarlı kılan şirketler bulunmaktadır. Buna karşın ülkemizde dikkat çeken
bir durum, söz konusu kuruluşları öne çıkaran ve kapsama alanında bulunduğumuz
kadim kültür havzasıyla ilişkili-ilintili bir şekilde konunun
değerlendirilerek, akademik bağlamda ele alınmayışı ve keşfe dayalı
araştırmaların yapılmayışı ve dolayısıyla bunlar vasıtasıyla yeni ve “özgün ve
sosyal ağırlıklı insani” çalışma
modellerinin ortaya konmamasıdır. Düşünceme göre, bunun
başlıca nedeni modernite ile başlama vuruşu yapan bireyselliğin bireyciliğe evirilerek
nihayet yeni yüzyıldaki dinamik yöntemlerin başında gelen öznelleştirmenin
araçlarını mümkün olduğunca devreye sokmuş olmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder