16 Ocak 2016 Cumartesi

İnsan Kaynaklarının Zor Görevi-1

Türkiye çalışma yaşamı açısından çalışanların, gelişmiş ülkelerdekilere nazaran dezavantajlı konumda bulundukları bir ülkedir. Son yıllarda ulaşılan bazı olumlu sonuçlara ve mevcut tedrici gelişmeci duruma rağmen, özellikle kavranması gereken başlıca sorunlu noktanın ücret-gelir adaletsizliği olduğu bilinmelidir. Ne derse densin, hâlihazırda asli problem emeğin değerine, yani ücrete ilişkindir. Ülkemizde ücretli olarak çalışan yaklaşık 18 milyon kişinin üçte biri asgari ücrete tabi olarak istihdam edilmekte, çalışanların yaklaşık %35’i sosyal sigorta güvencesi dışındadır. Asgari ücretin tespiti reel piyasa şartlarına göre değil, devletin eşgüdümünde sermaye ve emek temsilcilerinin katılımlarıyla yapılmaktadır. Özel sektörde işe başlama ücretlerinin yaygın olarak asgari tutar üzerinden belirlenmesi, kamuda ise başlangıç ücretlerinin daha yüksek seviyeden saptanması çarpık ve çelişkili derin adaletsizliği göstermesi bakımından çarpıcıdır. Daha da çarpıcı olan, ücretlerin reel değerlerde belirlenmemesi hususunda devletin en önemli sosyal aktör olarak –serbest piyasa ekonomisi söylemi arkasına sığınarak- herhangi bir rol almamasıdır. Hâlbuki sosyal devlet olmanın koşullarının başında her halde “serbest piyasa serseri piyasa olmak değildir” düsturu gelir.
Diğer yandan ülkemizdeki yeni iş gücünde son yıllarda mümkün olduğunca kamu sektörüne olan yönelme dikkat çekicidir. Bunun başlıca nedeni genel olarak hem ücret seviyesinin özel sektöre göre daha yüksek olması hem de iş güvencesidir. Tuhaf olan husus ise gerek ücret gerekse iş güvencesine dönük olarak ne akademik düzlemde ne de piyasa uygulama sahalarında konunun İnsan Kaynakları bağlamında daha yaygın ve irdeleyici şekilde ele alınmayışıdır. Kuruluşlardaki İK birimlerinin kendi işyerlerine ilişkin olarak bu hususlarda yetkin ve yetkilendirilmiş olmaması da ayrı bir sorundur. Uygulama dâhilinde görev alan İK uzmanlarının da şirket içi çalışmalarının rutin işler dışına çıkmadığı, sorgulama, yenilik ve değişim konularında isteksiz ve donanımsız olmaları İKY’nin en önemli eksik ayaklarından biridir. Diğer bir olumsuz gerçeklik, şirketlerin üst yönetimlerinin İK departmanlarını sadece bir isim olarak markaya eklenebilecek bir suret mesabesinde algılamaları, insan sözcüğünü maliyetle ve bir problem unsuru mesabesinde görmeleridir. Hâlbuki gerek dünyada gerekse ülkemizde sayıları fazla olmasa da, İK uygulamaları alanında üst düzey çalışmalar yapan, konunun sosyal yönünü son derece iyi kavrayan ve ahenkli bir çalışma yaşamını bünyesinde gerçekleştiren ve istikrarlı kılan şirketler bulunmaktadır. Buna karşın ülkemizde dikkat çeken bir durum, söz konusu kuruluşları öne çıkaran ve kapsama alanında bulunduğumuz kadim kültür havzasıyla ilişkili-ilintili bir şekilde konunun değerlendirilerek, akademik bağlamda ele alınmayışı ve keşfe dayalı araştırmaların yapılmayışı ve dolayısıyla bunlar vasıtasıyla yeni ve “özgün ve sosyal ağırlıklı insani” çalışma modellerinin ortaya konmamasıdır. Düşünceme göre, bunun başlıca nedeni modernite ile başlama vuruşu yapan bireyselliğin bireyciliğe evirilerek nihayet yeni yüzyıldaki dinamik yöntemlerin başında gelen öznelleştirmenin araçlarını mümkün olduğunca devreye sokmuş olmasıdır.

Neoliberal düzende öznelleştirmenin hedefi üretimin tarzını belirlemektir. Üretimin tarzı ise yönetimin modelini biçimlendirir. İş'e-çalışmaya dayalı sistematiğin özü kapitalden hareketle yaratılır. Bu bağlamda emeği temel alan tüm yönetim sistemleri –sıra dışı, çok az sayıda istisnalar hariç-, onu artı-değer üretiminin güvence altına alınması yönünde araçsallaştırır. Tam da bu nedenle, insan hem doğrudan üreten hem de tüketen olarak sömürenin ve sömürülenin kaynağıdır. Genel amaç artı-değerin güvencesi olduğu halde, insana konulan hedeflerin büyük bölümü onu, yine kendisinin ürettiğine yabancı kılarak yapay karmaşalarla uyutmaktır.


Sanayi devriminden bu yana politik iktisadın sürekli genleşen teorisindeki medeniyet tasavvurunun yansıması, durumsallığa bağlı olarak değişimler arz etse de; temel gayeler, bilhassa gelişmiş ülkelerde sosyal demokrat, sosyalist hareketler sayesinde gerçekleştirilen refah toplumuna yönelik iyileşmeler ve bazı düzeltmeler haricinde, çok da fazla değişiklik göstermemiştir. Bu problematiğin dışında, genel anlamda medeniyet ile ilgili şablonlarımızdaki algı çarpıtması ve kıstasları tam olarak ortaya konmayan, hayranlığa dayalı moderniteye ilişkin abartılı anlayışımız da ayrı bir sorundur. Özgünlüğü anlamamız ve çıkarımlarımızdaki aksaklığın başlıca sebeplerinden biri de bu tuhaf sığlığımızdır. Hâlbuki kültürel süreçlerin son aşaması olan medeniyetlerin yaşam döngüsü birkaç yüzyıldır; modernite denilen olgu ise kendisini transfer edecek toplumlara ağırlıklı olarak taklit ile beraber aktarılır. Çağdaşlık içinde yer alan insana dönük kadim kökenli uygulamalar toplumsal dokuda içselleştirilebilir iken, uyumsuzlar süreç içinde bozunuma neden olurlar. Bu noktada uyumsuzluğun ana nedeni çağdaşlık kavramının aslında batılılaşma mitinin daha yaygın ve baskın etki alanı oluşturması için uydurulmuş olmasından kaynaklanmaktadır. İçerik açısından gerçekçi ve kültürleri aynı değer tabanı üzerinden içselleştirmeyen hareketlerin uydurukluğu zaten er geç ortaya çıkacaktır.  Örneğin kültürün, harsın toprak ile olan ilişkisini zayıflatan, dolayısıyla insanın yaratılışı, doğası ile kopukluğa yol açan ve özellikle sanayi devriminden bu yana hızlı adımlarla insanı ve yoldaşı olan çevreyi, eko sistemi maddi ve manevi anlamda alt üst eden sıra dışı devinim estetiksiz yapılanmanın ve bunun ürettiği kaba medeniyetin kirletilmiş membaı olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...