Personel Yönetiminden İnsan Kaynakları Yönetimine evirilen
değişim ve dönüşüm sürecinde, stratejik bakış açısının ortaya çıkardığı en
önemli tartışma insana dair “kaynak” nitelendirmesi ile stratejik yaklaşımların
sonuçları olarak ortaya çıkan üretken olmayan, abartılı iş bölümlemesi ve bu
realiteyle de ilişkili olan, bahusus bir nevi gerginleştirici unsura (stresöre)
dönüşen normatif kristalizasyondur.
Öncelikli eleştiri noktamız, normatif İKY yaklaşımı
geleneğini yansıtan katı ve ılımlı modeller üzerinedir. Bu bağlamda, gelişimci
ve insancıl söylemler ile faydacı ve işlevsel eylemler maskelenmeye
çalışılmakta; böylelikle insan doğasına ve yönetimine yaklaşımları açısından
farklı varsayımlara sahip olan söz konusu modellerin aslında tam anlamıyla var
olmayan ve icra yeteneği bulunmayan uygulamalar miti oluşturulmaktadır.
Modellemelerin insani boyuta yaptıkları vurgu dikkatle incelenecek olursa,
şirket amaçlarının gerçekleştirilmesi için çalışanların sürekli çaba
göstermesini sağlamaya yönelik “tavşan-havuç” misali performans yüklemesine
maruz kaldığı görülecektir. Örgütte kurulan ve erdemlere dayalı olmayan tuhaf değerler sistemi aracılığıyla
çalışanların duygu ve düşüncelerinin manipüle edildiği ve bu sayede yönetsel
kontrol sağlandığı fark edilecektir. Stratejik yaklaşımın küresel bağlamdaki
derinlikli okumasında öne çıkan olgu, rekabete dayandığı ısrarla vurgulanan
global ekonomik sistem içerisinde biricikleştirilen hedefler olarak gösterilen
sürdürülebilir büyüme ile teknolojik inovatif gelişim; yanlarına eklenen ve
sadece baston desteği gören sözde insan odaklılık, çevreyi ön planda tutan
yaklaşımlar gibi söylemlerle neo kapitalizmin/liberalizmin değişim sürecine
soktuğu servete dönüşen yeni sermaye yapılanmasına ve karmaşıklaştırmaya
çalıştırdığı distribütör dağıtımına dayanan monopol ideolojisini örtmeye
çalışmasıdır. Monopol gelişen iletişim ve ulaşım imkânları sayesinde ucuz emeği
kullanacağı kürevi alan yayılımını insancıl bir takım uyduruk projeler
paketleriyle pazarlayarak, kapitalin ürettiği politika doğrultusunda insanın
fark ettiği insanlık dışı maddi ve manevi sömürü mekanizmalarının işlevini İK
üzerinden gündeme soktuğu stratejik yaklaşımlar örtüsüyle kamufle etmeye
çalışmaktadır.
Ilımlı modelin temel varsayımları sorgulandığı takdirde,
iddia edildiği gibi alandaki bakış açısında köklü değişimler yaşanmadığı ve
çalışanlar açısından gerçek anlamda önemli kazanımlar sağlanmadığı açıktır.
Sadece piyasa gerçeklikleri ile emeğin karşılığında ödenen ücret
karşılaştırıldığında bu durum ve bu kapsamda becerileri temelinde değer biçilen
çalışanların, aslında diğer örgütsel kaynaklarla eşdeğer tutuldukları, hatta
çok kere daha aşağıda görüldüğü (makine insandan değerlidir!) açıkça ortadadır.
Bu türden bir anlayışla yürütülen iletişim, güçlendirme, yetiştirme ve
geliştirme gibi İKY uygulamaları da performans kaygısı temelinde
şekillendirilmektedir. Dolayısıyla bağlılık esasına dayalı sıkı bir kontrol
mekanizması ile yönetim faaliyeti kolaylaştırılmakta ve yönetsel güç
meşrulaştırılmaktadır. Böylece çalışanlar, örgütsel hedeflere kendiliğinden
adanmaları sağlanarak metalaştırılmakta ve emek sömürüsünün önü açılmaktadır.
İKY
alanında, hem varsayılan birey profilinin hem de alanda üretilen bilginin
kendisi, farklı paradigmalara sahip analizlere konu olmaktadır. Örneğin ilk
olarak, stratejik perspektifin birincil önem atfettiği ve ‘kaynak’ biçiminde
nitelendirdiği insan unsurunun, daha doğrusu söz konusu bireyin, kim olduğu
sorusu gündeme gelmektedir. Global bir insanlık teorisinden damıtılan bu birey görünüşünün,
üretim sürecinin bir bileşeni olarak kabul edilmesi, kullanılan, denetlenen ve
maliyeti minimize edilebilen bir kaynak olarak kabul edilmesi kritize edilmeye
son derece uygun bir ortam oluşturmaktadır. Yani İKY alanındaki hâkim
paradigmalar bireyin konumlandırılışı itibariyle tartışmaya dâhil olmaktadır.
Bu çerçevede, özellikle gelişmiş batı toplumlarındaki organizasyonların
etkinlik problemlerine ve geleceklerine ilişkin sorular soran araştırmacıların,
geleneksel işlevselci paradigmadan farklı olarak hümanist ve marksist
kavramlaştırmaları öne sürmeleri ve bu bağlamda ABD kaynaklı öğretilere karşı
bir tür ihtiyaç şeklinde radikal kritikler getirdikleri görülmektedir. Bu
gereklilik özellikle pasif-itaatkar Taylorist birey profilinin aktif ve
işbirliğine açık bir profile nasıl dönüştürülebileceğini anlayabilmek açısından
önemlidir.1 Son birkaç yıldır bu husus Türkiye’de de gündeme
taşınmış, fakat buna yönelik araştırma üretimi istenen düzeye erişmemiştir.
Ülkemizde -bilhassa orta ve kuzey Avrupa'dakinin aksine- akademik sahada
minimal seviyede de olsa açılan bu tartışmanın, işin mutfağı olan şirketlerde
hemen hiç gündeme taşınmadığı da ayrı bir meseledir. Bunun başlıca nedeni ya
konunun farkına varılmaması veya umursanmaması ya da adlandırmanın önem arz
etmeyen bir husus veya bunun bir realite olarak kabul edilmesidir. Türkiye’de
konuya ciddi bir şekilde hassasiyet gösteren örgütsel ve kurumsal anlayışın ise
merkezi Ankara’da olan Lalabey Gelişim
Enstitüsü tarafından vücuda getirildiğini görmekteyiz. İlgili kuruluşun
yaptığı yaygınlaştırma çalışmalarında kavramın “İnsan Değerleri” olarak
isimlendirildiği ve İK yaklaşımlarını ağırlıklı olarak insani değerler
çerçevesine oturtma çabaları dikkat çekicidir. Bunların dışında ilginç olan
nokta ise sendikaların alan çerçevesine olan ilgisizliğidir.
Diğer bir sorun, bireyin
konumlandırılışını belirleyen paradigmadan bağışık olmayan bir biçimde, alanda
üretilen bilginin niteliğine yöneliktir. Burada ilk olarak, yine işlevselci
anlayış içinde, alanda üretilen bilginin uygulamaya aktarımı konusunda yaşanan
sorunlar ön plandadır. Yani, organizasyonel alanda yapılan araştırmaların
uygulamada kullanımından doğan sıkıntı ve kısıtların yanı sıra, teorik
düzlemdeki çalışmaların işin mutfağında ne derece anlaşılabildiği ve
işletmelerin içsel pozisyonları ile kuramların örtüşebilirliği ve
uyumlanabilirliği sorgulanmalıdır. Bundan ötürü, yöneticiler açısından daha
yararlı bilgiler üretebilmek için, araştırmacıların bilginin yaratımı ve
kullanımını karakterize eden farklı varsayımlar arasında köprü kurması
gerekmekte, diğer bir deyimle hangi kesimin bakış açısı ya da değerlerinin
kuramın değerinin belirlenmesinde etkili olması gerektiği açık bir biçimde
ortaya konulmalıdır. Özellikle yöneticilerin düşüncelerine karşılık
akademisyenlerin düşünceleri bu durumun en tipik örneğini oluşturan
karşıtlıklardandır. Yöneticilerin ve akademisyenlerin, iyi bir kuramın ne
olduğuna ilişkin değerlendirmelerini farklı referans çerçevelerine göre
yaptıkları, ancak araştırmacıların akademik olmayan bir piyasada kabul görme
beklentilerinin, bu pazarın ihtiyaçlarını göz önüne almalarını gerekli
kılmaktadır. Ama diğer yandan, genel bir gerçeklik ve buna bağlı olarak mesleki
etiğin de bir gereği olarak samimi bir kuramın oluşturulması ve
değerlendirilmesinde yönetsel perspektife karşı çıkan görüşlerin de dile
getirilmesi elzemdir. Buna göre iyi bir kuram, özellikli bir olgunun tahminine
ilişkin açıklamalar da getirebilmeli, dolayısıyla her kuram, yanlışlanabilme
durumunu doğal olarak taşımalıdır. Ancak, yöneticilerce sunulabilecek ve
onlarca kullanılabilecek bilgi üretimi ise süreklilik arz etmek zorundadır ve
bu durum gelecekteki yeni kuramların gelişimine engel olmaktadır.
1 Walter A. Oechsler, Personal und Arbeit, 9. Auflage.
Oldenbourg, München 2011, s. 99
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder