İnsan Kaynakları, parçası olduğu
işyerinin sistem eleştirisini yapabilir mi veya böyle bir alanı açabilir mi?
Kast ettiğim sadece diyalektik anlamda bir kritik değil; özellikle tüm bir
sistemi oluşturan unsurların (yönetim, organizasyon ve bağlı sosyo-psikolojik
durumlar, süreçler, fonksiyonellik, davranışlar, ücret-kar bağlamı, örgüt
ilişkileri vb.) yanılabilirliğine (İng. fallibilism) ve tüm çalışanların,
çalışma ilişkilerinin öz-eleştirisine yönelik bir sistem eleştirisi. İK’cıların
bu türden bir içsel meydan okumaya duruşu, alacakları pozisyon “nedir ve
nasıldır”?
Faaliyetler de dâhil
olmak üzere işe odaklı bir tarzın benimsendiğini, bunun bazı süreç
eğitim-söylemleri ile birçok birim de olduğu gibi İK için de desteklendiğini
görüyoruz. Praktikanın zayıf kaldığı bir eğitim ve sonrasından söz etmemiz
abartı olmayacaktır. Eğitim, sanki öylesine, gösteri olsun ve programdan bir
gereklilik eksilsin diye ifa edilmektedir. Bu hal düşünceme göre, İK'nın
"çocuksu" bir durumda kalması, buna bağlı oluşan itaat kültürünün
yansımasıdır. Hâlbuki realist ve sorumlu eğitimler akılcı sonuçlar ve efektif
ön alıcı işlevleri üretmelidir. Ama bu iş öylesine, “dostlar alışverişte
görsün” düşüncesiyle yapılmış ise ondan işe yarar neticeler elde
edilemeyecektir: Alana bakıldığında, sürüyle iş kazaları, işe iade davaları,
mobinge ilişkin vakalar ve davalar, örgütün doğal bir parçası-süreci olan
sorunlu çalışan ilişkileri, sendikal problemler-sendikanın adeta karşıt unsur
olarak kabullenilmesi, İK'ya ilişkin bir çok molekülden soyutlanmış
sempozyumlar, konferanslar vb., hukuk bilgisinin derin eksikliği, insana
yönelik çoklu manipülasyonlar, seçme-yerleştirme yönetimindeki trajik
komedyalar vs. Ve soru: Gerçekten İK sahasındaki problematiğin kuramsal anlamda
modelleştirildiği bir veya daha çok sayıda platform(lar) ülkemizde mevcut
mudur? Yönetim olgusuna yönelik olarak yönetişimin araç kılınmasının hedeflendiği
ortamlar ve İK’nın burada koçbaşı rolü üstlenmesi vs. Sorular uzayıp
gidecektir. Yoksa aranan aslında yenilikçi veya cesaretli uzmanlardan daha çok
komutla borazan çalmayı empoze eden sistem zihniyeti midir?
Kant'ın ifadesindeki
"courage" cesaretten öte toplumsal bir duruş ve tavrın elde
edilmesine dairdir; durum bilinci, boyunduruktan kurtulma, çaba ve gayreti de
öngören akılcı ve etik konumlanma. Gerçi sermayenin reel pozisyon alışları,
politika gereği diplomatik etiği –o da gerektiğinde- kullanarak etiğin
sosyalizasyonu sağlam kıldığı görüşünü de dönüştürmüştür (kötünün iyi olarak
sunulandan türetilmesine olanak sağlayan sistematik). Öncelik hakkın
tesliminden önce derinliği sistemden kaynaklanan sorunsalın tanımı ve bunun
açılımının samimiyetle ortaya konmasıdır.
Bir kere en belirgin
özelliği “yeni insani yaklaşım” olarak nitelendirilen stratejik İK yönetiminin
en önemli eksik yanı çerçevesini belirleyen stratejinin kapsamlı olmaması ve
şirket politikasının çok yönlü –açık ve gizli- denetimi, olabildiğince düşük
maliyeti (hatta gerektiğinde sigortasız, olmazsa kısa süreli sözleşmeli ve
fazla çalışma ücreti ödemeden çalıştırmayı) ve çalışanın ‘posasını çıkararak’
ondan en yüksek verimi almaya odaklanmasıdır. Kâğıt üzerinde kalan göstermelik
uygulamalar ile süslenen İK politikaları da asli politik gayeye hizmet
etmektedirler: Örneğin; ücret zammı marjlarını baskılayan ve sınırlandıran 360
derece performans değerlendirme sistemleri ile işe alımlarda uygulanan yaygın
nepotist yaklaşım veya ‘torpil’ uygulamaları, amaçsız ve geribildirimsiz
eğitimler, olmayan kariyer-yetenek yönetimi sloganları, lafta kalan işçi
güvenliği söylemleri, tuhaf insan ilişkileri ve dumurlaşan, yabancılaşan insan
manzaraları vb.
Kapsamsız ve altyapısız
sıradan stratejilerle insana olan yaklaşıma pozitif değer yüklenmesi imkân
dâhilinde değildir. İK yapılanmasında alana hâkim olan ve insani yaklaşımları
olgunlaşmış yöneticiler ve bu kişiler üst yönetimden olabildiğince bağımsız
olmadığı sürece, çalışanlara ilişkin bakış açıları ve genel anlamda insan
ilişkileri temelsiz olur. Mesele gerçekten bir organizasyonda en azından etik
anlayışın, normların yanı sıra esnek bir sosyal yapıya açık olmasıdır.
Etiğin başlıca amacı,
insan davranışlarını ahlaki niteliği bakımından aydınlatma ve ahlaki eylemin
insanın isterse gerçekleştirebileceği istemez ise vazgeçebileceği keyfi bir
eylem olmadığını, bütün bunların aksine insan olarak varlığına ilişkin
vazgeçilmez bir niteliğin ifadesi olduğunu gösterebilme, yani insanı sevmeyi
öğretebilmektir. Etiğin dayandığı temel koşulun “iyi niyet” olduğu
bilinmektedir.1 Peki iyi niyet günümüz dünyasında istisna bazı
şirketler haricinde, gerçek anlamda ne denli geçerlilik alanına sahiptir ve
bunu sağlaması gereken yönetim kademeleri tarafından gerçekten üzerinde
düşünülen bir husus mudur? Maalesef hayır; en fazla etik kavramından anlaşılan
şey pazar-piyasa ve satışa odaklanmış ve yegâne hedefi sermaye ile serveti
birleştiren aklın etiği, iyi niyeti en fazla diplomatik-etik bir davranışlar kümesi
içine sıkıştırması ve vicdanına bu yolla rahatlama sahası açmaya çalışmaktan
başka bir değer ifade etmemektedir.
Burada sözünü ettiğimiz
sosyal etik öncelikle yalın hakikatin net ve anlaşılır bir dille, basit ve sade
bir sistematik içinde ortaya konmasını şart koşar. Günümüz işletmelerinin kahir
ekseriyetinde boy gösteren insan ilişkilerine dair bu sosyal problematiği bir
takım dallandırmalar vasıtasıyla karmaşık hale sokan düzenlemelerin gayesi,
asli sorunu gözden kaçırmak ve çok parçalı örgüt yapısı içinde örterek
eritmektir. Emek ve sermaye arasındaki derin çelişkilerin oluşturduğu çok
boyutlu çatışmalar neticede insanlık tarihine mal olmuş, çeşitli formlarda
zuhur eden sosyal bir sorundur ve temelinde maddi ve manevi zulümlere yol açan
sömürü yatmaktadır. Dinler tarihinde de çok sayıda örnekleri bulunan bu
problem, modern çağda tarım toplumundan sivilleşen endüstri toplumuna geçiş
sürecinde 18. Yy. da İngiltere’de, bunu müteakip 19. Yy.ın başlarında kıta
Avrupa’sında kırsaldan şehirlere göçün büyük boyutlara ulaşmasıyla geniş halk
kitlelerini kapsayacak şekilde ortaya çıkmış, büyük sefalete ve fakirliğe neden
olmuştur. Bu son derece olumsuz durum önce devletin aldığı sosyal tedbirler ve
bunu takiben özellikle büyük şirketlerin sağladığı sosyal imkânlar vasıtasıyla
bertaraf edilebilmiş ve çalışanlar lehine tam olarak olmasa da belirli bir
vasatta dengelenebilmiştir. Devletin, işverenlerin ve sendikaların rol aldığı
bu sosyal harekette, bunların yanı sıra kilisenin katkısı çok etkili
olmuştur. Papa
XIII. Leo, 15 Mayıs 1891'de yayımladığı
ünlü “Yeni Şeyler Genelgesi (Lat. Enzyklika Rerum Novarum)” ile işçi
sınıfının insanlık haysiyetine uygun düşen bir çalışma düzenine sahip olması
gerektiğini, sosyal adaletin işçilerin de temsil sahası içerisinde olması
koşuluyla devletlerin ve işverenlerin girişimleriyle sağlanması gerektiğini,
bunun sosyal vazife olduğunun altını çizmiş, tarihe “işçilerin papası” olarak
geçmiştir. Anılan genelge “sosyal bildirilerin” anası olarak
adlandırılmaktadır.2
Sosyal etik kavramı ile kastettiğimiz geniş anlamda
bireysel davranışın ve yaşam tarzının ahlakiliğinin sosyal konulara yönlenerek
dezavantajlı konumda bulunanların durumunu olabildiğince maddi ve manevi olarak
iyileştirme hususunu içerir. Bu hususun boyutu hem yöneten hem de yönetilen
olarak insan kaynağını hem ilgilendirmekte hem de etkilemektedir. Sosyal etik
iş hayatında yaygın olarak ön plana çıkan iş etiğine göre daha öncel bir öneme
haizdir. Hatta iş etiğinin pratiği, sosyal etik zeminin sübut bulmuş ve
uygulanıyor olmasına bağlıdır. İş etiği
ortak kültürel değerlere odaklanırken, sosyal etik bunlara ilaveten her türlü
emeğin karşılığının maddi ve manevi olarak tatmin edilmesini merkezde
konumlar.
Yönetimin her eyleminin bir etik davranış boyutu
vardır ve buna aykırılık yönetime sorun olarak döner. Çalışma hayatında
yönetimlerin yüzleşmek zorunda kaldığı etik davranış sorunlarının başında
dürüst ve hakça davranış, adalet, emeğe saygı gösterme ve karşılığını tam
olarak verme, insan haklarına uyumlu ve saygılı davranış, psikolojik taciz ve
her türlü ayırımcılıktan kaçınma, insana değer verme, olumlu insan ilişkileri,
yasadışı istem ve uygulamalara karşı çıkabilme, rüşvet, yolsuzluk, zimmete para
geçirme, adam kayırma gibi hususlar gelmektedir.
Bu anlamda yukarıda sayılan ve sosyal etiğin mihenk
taşlarının başında gelen yönetsel etik ile ilişkilendirilen sorunların tamamı
insana ilişkindir ve insan kaynakları yönetimini de ilgilendirmektedir. Zira
insan kaynakları faaliyetlerinin çoğu seçim ve karar süreçlerini
gerektirmektedir. Bu seçimlerin hangi adil prosedürlere göre yapılacağı,
kararların nasıl verileceği ve uygulamanın nasıl yapılacağı, etik dışı işlem ve
uygulamaların önüne nasıl geçileceği gibi hususlar insan kaynakları
birimlerinin yüzleşmek zorunda kaldığı önemli problemlerden bazılarıdır.3
Aslında bu türden problemlerle karşılaşmanın altında yatan başlıca sebep üst
yönetimlerin işletmeye ilişkin rasyonalizasyon, verimlilik ve karlılık
üçgeninde yegâne doğru yöntem zannı ile sıkışıp kalmasıdır. Çalışanı da,
çalıştıranı da vicdani hasletlerinden uzaklaştırarak yabancılaşma ve dumurlaşma
hali ile baş başa bırakan bu anlayışı dengeye kavuşturacak alternatif yol
sosyal etiğin şart olarak öne sürdüğü sosyalizasyon olgusunu oluşturmak,
olgunlaştırmak ve bu sayede insanileşme düzlemine ve bunun bir ileri aşaması
olan “insan olarak kalma” düsturuna ortaklaşa çaba sarf ederek ulaştırmaktır.
Bu gaye için işletmelerde yöneticiler ve çalışanların ortaklaşa
yapılandıracakları yetkin heyetlerin oluşturması ve bunlar vasıtasıyla şirket içine
yönelik sosyalizasyon süreçlerini her daim geliştirerek ihya etmeleri
gereklidir.
·
Çalışanlarda, “değişim” konusunda
katılım ve kararlılığı artırmak,
·
Çalışanların iş süreçlerindeki
“verimlilik” ve “kârlılığı” artırmak amacıyla entelektüel katma değer üretmesini
sağlamak,
·
Çalışanların etkililiğini arttırmak.
Bir
işletmede çalışanlar en kıymetli üretim faktörü olduğu gibi, aynı zamanda
kıymetli çıktıları sağlayan en önemli unsurlardan biridir. İşletme verimi,
müşteri memnuniyeti ve elde edilen kar gibi çıktıları sağlayan çalışanlar,
popüler yönetim modellerinde stratejik ortak olarak gösterilmektedir. O halde
stratejik ortak ve paydaş olarak karın elde edilmesinde önemli bir rol oynayan
çalışanlar elde edilen kardan da pay almalıdırlar.
Bu bağlamda,
çalışanların bir kaynak değil, bir kıymet olduğu olgusunu işletmelerde
oluşturabilmek ve çalışanlara hissettirebilmek için, geliştirilecek sosyal etik
kaynaklı projelerde aşağıdaki hususların mutlaka programlanması ve
gerçekleştirilmesi;
·
En üstten en altta tüm çalışanların
seçiminde, işe alımında insan kıymetleri yönetimi politikaları oluşturmak ve uygulamak,
·
Gerçek anlamda çalışanları stratejik
ortak yapmak, sadece işletmenin zararına değil karına da ortak etmek,
·
Çalışanların gelişimi ve değişimi
yaratacak entelektüel değer olduğunu bilerek buna göre değerlendirmek,
·
Çalışanları sürekli değişen ve gelişen
iç ve dış çevre koşullarına karşı sürekli değiştirmek ve geliştirmek için
eğitim almasını sağlamak,
·
Çalışanların sadece etkin (işi doğru
yapan) değil, aynı zamanda etkili (doğru işi yapan) kişiler olmasını sağlamak,
·
Çalışanların katma değer yaratan
kararlar üretmesini ve vermesini sağlayacak sistemler ve politikalar
geliştirmek,
·
İnsan kıymetleri prensipleri oluşturmak
ve bunları eksiksiz ve eşit bir şekilde uygulamak,
·
Çalışanları birer değerli kıymet olarak
gören örgüt kültürünü ve buna bağlı örgüt iklimini oluşturmak,
·
Çalışanlara karşı mobbing uygulamalarına
izin vermemek ve bu tür uygulamaları yapanları işletmeden uzaklaştırmak,
·
Çalışanların dürüst ve istenilen
performansa sahip olduğu sürece işletmede istihdamının garanti olduğu hissi ve
güvenini vermek, Çalışanların hem iyi bir ekonomik imkân elde etmek için hem de
psiko-sosyal ihtiyaçlarını gidermek için işletmelerde çalıştıklarını dikkate
almak,
·
Çalışanların, “bu işyeri” değil, “bizim
işyeri” diyebilmelerini sağlayacak bir örgütsel bağlılık politikası oluşturmak
ve uygulamak,
·
Performans yönetimini açık, anlaşılır ve
gerçekçi az sayıda hedefler çerçevesinde sınırlandırmak; tasarruf haricinde
satış, kar gibi muğlak parasal değerleri hedef olarak koymamak, amirlerin ve
diğer personelin verecekleri puan değerlendirmelerini kesinlikle sisteme dâhil
etmemek (360 derece performans değerlendirmesi vb. sistemleri uygulamamak)
gerekmektedir.
Kaliteli
çalışanlara sahip olabilmek ve onların örgütün birlikte karar alınan amaçlar
doğrultusunda, geliştirilecek özyönetim modelleri çerçevesinde ve kıymet/değer
anlayışı içinde kendi kendilerini yönetmesine aşamalı geçişin hayata
geçirilmesi önem arz etmektedir.
1 Annemarie Pieper, Einführung in die Ethik, Francke, Tübingen
1991; 6., überarbeitete und aktualisierte Auflage, 2007, s. 15
2
Erişim:http://de.wikipedia.org/wiki/Leo_XIII.#St.C3.A4rkung_der_Katholischen_Soziallehre
[23.03.2015]
3 Jürgen Berthel, Fred G. Becker: Personal-Management,
Grundzüge für Konzeptionen betrieblicher Personalarbeit. 9. Auflage. Schäffer-Poeschel,
Stuttgart 2010, s. 111
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder