Bir önceki kısımda belirtildiği üzere, bence Lenin’in son derece iyi bir
biçimde kavradığı gibi merkezinde politikanın yer aldığı Clausewitz’in
teorilerinde savaş yan bir etken, abartılı bir deyişle ifade edecek olursak,
görüngüden öte bir şey değildir. Aslolan politikanın yapılandırıcı ve
şekillendirici rolü ve gücüdür. Politikanın gücü ise
öncelikle iktisattan kaynak olarak yararlanır -ekonomi onun başat beslenme
kaynağıdır-, istikrar ile taban
bulur; stabilizasyonun sağlanması ve yerli yerine oturtularak sürdürebilir kılınması
için her türden sömürü, şiddet, terör veya savaş mubahtır. Hatta öyle ki, devletler
yönetimlerinin politikaları aracılığıyla toplumlarının ekseriyetine bunu talep
ve kabul ettirerek meşrulaştırırlar. Günümüzde bu “hileli yönlendirmenin” en dinamik aracı silahlı güç, medya ve bunları
destekleyen yüksek teknolojiye dayalı bilişim-iletişim sistemleridir.
Çağdaş
olarak adlandırılan bazı batı ülkelerinde politikacıların, dünya tarihinde iz
bırakmış devlet adamlarının ve askerlerin başucu kitabı olan “Vom Kriege” son
yıllara değin ülkemizde silahlı kuvvetlerin harp akademilerinde ders olarak;
bunun dışında akademyanın ve siyasetin –o da ağırlıklı olarak diplomaside- dar
bir alanında ilgi görmüştür. Bu ilginin ise, kitabın çok az okunduğuna ve derin
anlamlı kazanımlarıyla tanışmadan daha çok kulaktan dolma bilgilere dayandığını
belirtmek isterim. Aslında batı dünyasında da son 25-30 yıl öncesine kadar
eserin çok fazla okunmadığını, ama bu duruma rağmen çok kere ve tekrara dayalı
atıflar yapılan bir kaynak olduğunu bilmekteyiz. Bunun başlıca sebebi eserin
orijinalinin ansiklopedik bir karakter izlenimi bırakması ve çok geniş bir
hacme sahip olmasının (1000 sayfanın üzeri) yanı sıra, özellikle yazarının
oluşturduğu teorilerin sunduğu modellerin soyut
algılanan çıkarımında (ünlü teori-pratik problemi) okurun zorlanması, bunun
da derin okumalar yapılamamasına neden olmasıdır. Bundan dolayı, yukarıda da
belirttiğimiz gibi eserden yapılan ana çıkarım strateji kavramı üzerinde
odaklanmış, politika olgusunun öncelliği ve baskınlığı çoğunlukla tam anlamıyla
fark edilememiştir. Bunun yanı sıra eserin savaş ve strateji ikilisinden
hareketle değerlendirilmesi ve bunlarla sınırlandırarak çerçevelenmesi,
içeriğin ve anlamın askeriyeye atfedilmesine neden olmuştur. Bu durum II.
Dünya Savaşı sonrasında ulusların birbirleri ile rekabete girmeleri sonucu
değişime uğramaya başlamış ve özellikle strateji kavramı ekonomistlerin ve politologların
da kullandığı bir kavram haline gelerek daha geniş bir anlam kazanmıştır. Clausewitz’in teorileri Harvard
Üniversitesi İşletme İktisadı bölümü başta olmak üzere pek çok yönetim okullarının
öğretim programları arasına girmiştir. Bilhassa Boston Consulting Group,
“Vom Kriege” üzerinden iş dünyasına yönelik olarak birçok çalışma yapmaktadır.
Clausewitz
uluslararası çatışmaları amaç, hedef ve araç ekseninde analiz etmiştir. Ona
göre her savaşın amacı düşmanı kendi isteği doğrultusunda boyun eğdirmektir. Hedef, amacın gerçekleşmesi için
düşmanı güçsüz hale getirmektir. Hedefin erişilmesindeki takipçi unsur
stratejidir ve bu pek çok şekilde cereyan eder. Örneğin, düşman ordusunun
çökertilmesi yoluyla (muharebeler kazanmak, ikmal yollarını kesmek gibi) veya
askeri olmayan girişimler-
le
(propaganda vasıtasıyla düşman ülke toplumunun savaş isteğini, motivasyonunu
kırmak, diğer yabancı ülkelerin muhalefetini sağlayarak düşmanın siyasi
izolasyonu vb.) hedefin realize edilmesi sağlanabilir. Hedefe ulaşmada insan
aklının keşfettiği ve devletin sahip olduğu bütün moral ve fizik güçler, her
türden yardımcı teçhizat vasfıyla araç olarak kullanılır.
Amaç,
hedef ve araç ekseninden esinlenen ve savaşın asli içeriğinin kısa, öz ve
vurgulayıcı yorumu, Clausewitz’in meşhur cümlesinde “Savaş politikanın başka
araçlarla yalın bir biçimde sürdürümüdür” ifadesini bulur („Der Krieg ist eine bloße Fortsetzung der Politik mit anderen
Mitteln“, (Vom Kriege I, 1, 24).
Clausewitz’in çok sık atıf yapılan bu sözü, biçimsel ve meşruiyet aracı olarak
ordunun politikayı belirleyen ve yürüten unsur olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.
Hâlbuki onun sıklıkla vurguladığı ön koşul olan „politikanın öncelliği“ hususu,
her durumda savaşın ve dolayısıyla ordunun politikanın emrinde olduğuna ve
politikanın bir aygıtı olmaktan öte özellikli bir anlam taşımadığına ve ordunun
kesinlikle politika belirleyicinin yerini almaması gerektiğine işaret eder.
Clausewitz’in bu önemli tespitinin ciddiyetini en iyi anlayanlar, askeri
darbelere maruz kalan ülkelerin toplumları olmuştur. Bu noktada asıl önemli
husus, darbelerin içyüzünü anlamaktan ve bu konuda bilinçlenmekten geçer.
Örneğin ülkemizdeki askeri darbelerle ilgili olarak ana hedefe oturtulan
ordunun asli unsur ve yürütücü güç olmadığını ve oluşturulanın vesayet değil,
iki asırlık geçmişi olan velayet
olduğunun ve askeriyenin bu işte netice itibariyle rol biçilen çok yönlü bir
aygıttan öte işlevinin olmadığının nihayet anlaşılması gerektiği kanısındayım. Siyasi alana dair bu olgu; politik
akıl tarafından düşünülen, tasarımlanan ve tanımlanan bir amacın çıkarımsal
uzantısı olan hedef veya hedeflerin hangi araçlar ile yöntemsel olarak (hangi
yollarla) gerçekleştirildiğinin örneklemesidir. Görüleceği üzere düşünen ve
yürüten belirleyici ana unsur politikadır; onun belirlediği yöntemler
vasıtasıyla amaç/amaçlar üzerinden hedefi/hedefleri gerçekleştirmek için
kararlılık ile olabildiğince hatalara düşmeden çok yönlü ve eksiksiz olarak
planlamalara dayalı yürütülen birleşik uygulama edimleri ise stratejiyi
oluşturur ve biçimlendirir. Clausewitz’in de belirttiği gibi “strateji son çözümlemede akıllı olmanın yeni
yollarını aramaktır.”
Bazı terminolojik farklılıklar, stratejinin
anlamlandırılmasındaki analojik yapılanmayı engellememektedir. Bu bağlamda,
iktisadi alanın aktörleri de başka alanlar ile yaptıkları
benzeşmelerde olduğu gibi (örneğin fizik, sosyal darwinizm, biyoloji, kimya
vb.) askeri analojileri de kullanmaktan geri durmamışlardır. İş dünyası
açısından askeri stratejiden esinlenerek, işletmelere yönelik andırışıma dayalı
bu türden düşünceleri derli toplu olarak ilk kez Kenneth R. Andrews’in 1971 yılında yayınlanan “The
Concept of Corporate Strategy” adlı klasik yapıtı ile dile getirdiği
bilinmektedir. Kendisi stratejiyi bir işletmenin neler yapabileceği
(üstünlükler ve zayıflıklar) ve işletmeye açık olan olanaklar (dış ortam
fırsatları ve tehditleri) cinsinden tanımlamıştır. 1980’lerden itibaren buna benzer örneklere iş dünyası
ile ilgili olarak yazılan kitaplarda sıklıkla rastlamaktayız. Özellikle son10-15
yıldır işletmelere yönelik hemen her çalışmada strateji sözcüğünün adeta
merkeze oturtulduğunu ve düşünme şablonlarını şekillendirmede başat rol
üstlendiğine tanık olmaktayız. Ancak, bir sözcüğün kavramsal niteliği tam
anlaşılmadan ve ondan hareketle oluşturulan tezlerin pratikteki uzamları
titizlikle gözlemlenmeden iş hayatında kullanımın sonuçları daha baştan
başarısızlığa mahkûmdur. Analojilerin yaratıcılığa katkısını ve pratik değerini
yadsımıyoruz. Ama burada olduğu gibi, Clausewitz’in netice itibariyle savaşa
dair söylemini iş hayatına transfer etmek son derece sıradan bir aksiyondur ve
pek çok farklılıklar içeren bir alanın gerçekliklerini ayrı bir alana taşımak
zorlama olacaktır. Aslında buradaki temel sorun iş yaşamını savaş olgusu ile
benzeştirenlerin bakış açılarından kaynaklanmaktadır. Düşünceme göre,
Clausewitz’in içinde bulunduğu uluslararası konjonktürün içerdiği kaotik
pozisyon ile günümüzde küreselleşmenin yarattığı karmaşa arasında paralellikler
kurabiliriz; yoksa alanların eşleştirilmesine yönelik benzeşimler üzerinden
işletmelerin okumasını yapmamız yanıltıcı sonuçlar türetmemize yol açacak son
derece kısır girişimler olacaktır. Bence, Clausewitz’in öğretileri bizler için
bir çıkış ve hareket noktası olması açısından verimli bir saha sunar, fakat bu
avantajı neredeyse birebir örtüşme vasıtasıyla yorumlamalar ve sonuç
çıkarımları için kullanmamız sıradan olacaktır. Clausewitz’in deyişiyle
“stratejide her şey çok basittir, ama bu işleri kolaylaştırmaz.”
Bu
çalışma çok katmanlı olan ve metodolojik yönüyle zahmet gerektiren yoğunluklu
zihin-işlevsel bir projeyi ortaya koymayı amaçlar. Konuların eklemlenme ve
geçişlerin uyumu, bu tür çalışmaların gerektirdiği betimleme, açıklama, anlama
ve çok yönlü okumalara dayalı yorumlamaları zorunlu kıldığından, olgunun
zihinsel işleme sokulması ve tekrar olguya dönüşün yapılması, yöntemselliği
zorlaştıran nedenlerin başında gelir. Ama bunun yapılması, bu çalışmanın ana
tezinin anlaşılması açısından zorunlu olduğu gibi, onun soyut karakterini
belirli bir düzeyde de olsa elle tutulabilir ve uygulanabilir bir hale
dönüştürülebilmek için gereklidir.
Çalışmamız,
kavramın tarihsel gelişim doğrultusunda açılımının yapılmasını müteakip,
Clausewitz’in teorilerindeki strateji okuması ile bu kavramın günümüz iş
dünyası için ne anlama geldiğinin kıyaslamasını içermektedir. Ayrıca, konu
başlığında yer alan “Kapsayıcı Strateji” kavramının kaynağı olan politika
konseptinin ortaya koyduğu belirleyici gücü ve özellikle ülkemizdeki
şirketlerin kahir ekseriyetinin bu son derece önemli konuyu kavrayamadıkları
için ya distribütör ya da “merdiven altı fason üretici” mesabesinde kalmaya
devam ettikleri, en iyimser olasılıkla kopyacı şirketler olarak global piyasada
figüran oyuncular oldukları gerçeği ortaya konulmaktadır. Politika oluşturmanın
ve bu olguyu sürdürülebilir şirket olmanın yollarından biri olduğuna
inandığımız “iyi yönetişim” modellemesi ile işaret ettiğimiz kısımlar, tipik
bazı ezber anlayışların (misyon-vizyon gibi) kritize edildiği bölüm ile
eklemlenmiştir. Böylece başarılı bir işletme olmanın ciddi ve zahmetli bir iş
ve samimiyet ile sürekli izlemeye dayalı zihinsel ve bilişsel -mümkünse
deneysel- bir işlevler bileşkesi olduğu; bu sayede farklılığın yaratılabileceği
ve küresel pazarda etkin olunabileceği, ama “bildiğimiz strateji sözcüğünün”
neticede sadece geçici bir edim ve gerçek manasını ancak politikanın ona kapsayıcılık
nitelemesini kazandırması ile bulan politik bir enstrümandan çok daha fazla bir
şey olmadığı gösterilmeye çalışılmıştır.
-------------------------------------
I. Dünya savaşı öncesinde ve esnasında Alman
ordusunun generalleri kendilerini siyaset yapıcı olarak görmekteydiler. Aynı
durum Osmanlı ordusu için de geçerlidir. Öyle ki bu pretoryan anlayış ülkemiz
açısından son yıllara değin devam etmiş olup -silahlı kuvvetlerin yapmış olduğu
darbeler bunun en bariz örnekleridir-, “askeri vesayet” olarak
adlandırılmıştır. Türkiye açısından büyük travmaların ve sorunların kaynağı ve
yürütücüsü olan bu idare biçimini– ki bu topraklarda 200 yılı aşkın süredir
çeşitli dönemlerde periyodik olarak tebarüz eden bu idare yapısını iç ve dış
destekli “bürokratik velayet” olarak nitelendiriyorum; görüşüme göre ordu bu
velayetin silahlı baskı ve korkuyu sağlayan aracı olmaktan öte değildir.
Türkiye’de bilhassa son yıllara değin tüm baskınlığı ile hakim olan otoriter
devlet erkinin oluşturduğu idare tarzı bürokrasi marifetiyle, ona biçilen velayet
sayesinde T.B.M.M.’nin temsil ettiği varsayılan millet vekaletini malul
kılmıştır.