Selahaddin
Eyyubi Kudüs’ü fethettikten sonra Haçlı kumandanının “bu Kudüs gerçekten bu
kadar insanın ölmesine değecek kadar değerli mi? Kudüs neyi ifade ediyor ki?”
şeklindeki sorusuna önce “hiçbir şey” şeklinde cevaplamış, kısa bir sessizlikten
sonra ise “her şey” demişti. Teori ve pratik olgularının yerlerini değiştirerek
karşılarına Selahaddin’in her iki cevabını da yerleştirebilirsiniz; sonuç bir
benzeri olacaktır. Biri fikir-düşünce, diğeri eylem-olay olan iki gerçeklik öncelikle
bağlantı/ilinti ve diğer yandan illiyet çerçevesinde ayrılmaz tamamlayıcı birer bütünsel parçalardır. Teori-pratik
sorunu, klasik felsefeden bilimsel bilgiye değin problematik konu başlıkları
arasında yer alan ve aynı zamanda günlük yaşamda da üzerinde tartışılan bir mevzudur.
Bilim teorilerinde de problematik bir alan olarak nitelendirilen teori-pratik konusu,
özellikle didaktiğin ve pedagojinin öncel ve önemli araştırma-inceleme sahaları
arasında yer almaktadır.
Bu sorunun
çalışmamız açısından önemi, Clausewitz’in eserindeki bazı hususların bu
bağlamda dillendirilmesi ve strateji konusunda da aynı sorunun güncelliğini
hiçbir zaman –özellikle kadim ilmi yitiren modern dünyada- kaybetmemesidir.
İlgili probleme yaklaşımımız ağırlıkla kritikçi rasyonalizmin perspektifinden
olacaktır. Halen hayatta olan ve batı bilim dünyasının Germen düşün sahasından
çıkan ünlü düşünür ve bilim teorisyeni Hans Albert’in bilimsel teori öğretisi
(Alm. Wissenschaftslehre) alanında ürettiği bazı eserlerinde işlediği bu
konunun doğru anlaşılıp değerlendirilmesi, başta bireysel açıdan sonra da
işletmelerimiz açısından önem taşımaktadır. Türkiye’de işletmelerin büyük
çoğunluğunda örtülü bir önyargı oluşturulan ve bu nedenle uygulamalarda çok
yönlü eksikliklere ve kalitesizliğe neden olan bu problemin aşılması zorunludur.
Ülkemizde temelini entelektüel sahada da kökleştiren söz konusu sorunsal, başka
bazı bozulumlara da yol açmaktadır: Tembellik, atıllık, zamana dair değer
yargısı eksikliği, plansızlık, sabırsızlık-sebatsızlık, zihinsel ve vizyonel
daralma vs.
İster dolaylı
isterse dolaysız, fikir ve düşüncelerden hareketle oluşan eylemler veya daha derin
ve geniş kapsama haiz “çok boyutlu”
olaylardan kaynaklansın; netice itibarıyla ortada duran olgu ya da olgular
dizini zihinsel işlemlerin muhatabıdırlar. İşte bu zihinsel işlemlerin ürünleri,
aksiyomları ve netice itibariyle de kuramların zeminini oluştururlar.
Teorilerin yapılanmasında tamamen bilişsel süreçler rol oynayabilir, ama asli
kök insana bağımlı veya onunla ilintili, ancak bazen de ondan tamamen bağımsız oluşan
olgulardır. Netice de insan her olgunun yapıcısı rolünde değildir, ama
bilincinde olsun veya olmasın onunla ilinti içindedir. Hangi tarzda olursa
olsun, fark edilen olgu çeşitli biçimlerde zihinsel işleme sokulur ve bu işlemi
müteakip zihni olan ya öylece kalır veya tekrar olguya dönüş yapar. Bütününe
bakıldığında tüm bu aksiyon, hem teoriyi hem de pratiği özgün düzleminde bir
arada barındırır. Yani kuram ve pratiğin, çıkarımlar ya da sonuçlar ne olursa
olsun özde karşıt olmaları söz konusu değildir. Bu nedenle, teori-pratik
ikileminde keskin karşıtlık gören-bulan bir anlayış, yüzeysel-düz bir bakış
açısının ürünüdür; son derece basit ve indirgemeci bir görüştür. Ama bu şu demek
değildir: İyi bir teori iyi bir pratiği oluşturur ya da tersi. Böyle bir bakış
açısı, bir kuramı kavramış ve ona inanmış insanları derin bir boşluğa itebilir,
yani onlara uygulama sahasında pratiğin
şokunu yaşatabilir. Bundan dolayı, Sir Karl R. Popper’in de vurguladığı gibi; “Bilgimiz, bildiğimiz
kritik küçük bir parça, hipotezlerden bir ağ, tahminlerden bir dokudur.”
Bir konuya ilişkin proje bazlı
çalışmalarda çeşitli konseptleri denememiz iş hayatında alışılmış bir
faaliyettir. Bunlar kısmi olarak teorik karakter taşısalar da, gerçek anlamda
ilişkili bağlam açısından teorik çerçevenin eksikliğini barındırırlar. Ülkemizde
yaygın olan yaklaşım bu şekilde iken, örneğin dünyanın batı yakasının etkin
kültürlerinde (özellikle Almanya’da) ağırlıklı olarak teorik çerçevenin
gerekliliği-zorunluluğu vazgeçilemez öncel koşuldur. Bu durum modellemelere
dayalı çalışmalar için de geçerlidir. Aslında ister teorinin pratikle
örtüşmediğinden dolayı teorilere mesafeli duralım, isterse bunun tersi görüşte
olalım; gözden kaçırmamamız gereken -tespit ve formüle edebileceğimiz- husus
şudur: Teori-pratik ikileminde yapacağımız tartışmaların sonucunda tek yönlü
bir karara saplanmamız, bizi tefekkür nimetinden mahrum kılacak ve bir takım
mitlerin etkisinde kalmamıza neden olacaktır. Çalakalem çalışmak, titiz planlar
yapmaya gerek duymamak, işleri yarım bırakmak, acelecilikten kaynaklanan ve sil
baştan yeniden başlamak için zaman kaybettiren geri dönüşler, geliştirme
mantığının eksik kalması vb. Zaten paradoksal olan bir husus da, teoriye karşı
takındığımız “gereksizlik” tavrı ve işe hemen, kendi deyişimizle pratikten bir
an önce başlayarak zamandan kazanacağımızı zannetmemizdir. Ama gerçekte, hangi
tür girişimlerde daha fazla zaman ve enerjiyi boş yere harcamaktayız?
Her
ne kadar bir teori, davranışlar ve edimlere dayalı bir işi veya olguyu,
bunların gerçekleşmeleri bir takım değişik faktörlere bağlı olduğu için
durumsallığı (Alm. Gestalt) tam anlamıyla kapsamasa da; her hâlükârda, teori
yapılandırması bir olgunun yansıtılması ve tasviri için dikkate alınmaya
değerdir ve anlamlıdır. Bu nedenle, teori ve pratiği birbirinden keskin bir
şekilde ayrıştıran ve bunları karşıt olgularmış gibi addeden görüşler hatalı
algılara ve anlamalara yol açmaktadırlar. İki kavramı yekdiğerine uyum sağlayan
bağlamda görmek, teori ve pratik anlayışımızı elverişli kılacaktır. Albert’in
de vurguladığı gibi, en yalın şekliyle –günlük yaşamda dahi- tüm teknolojik
kazanımlar ve diğer pek çok kullandığımız aletler veya aldığımız hizmetler
sonuç olarak teori ve pratiğin ayrılamaz etkileşimi sonucunda ortaya çıkarlar.
Albert’e göre, günlük yaşamdaki pek çok sorunun çözümünde kuramsal düşünmeye
dayalı yaklaşımlar büyük önem arz ederler. Yanlışlanan bir teorinin (ayrıca
yanlışlık kötü bir şey de değildir) sağladığı çıkarımlar ve yaşama taşıdığı
açıklamalar da ki, bunlar bir noktada a posteriori uygulama için birçok
yardımcı unsurlar sunabilirler. Ama ne olursa olsun, insan zihni işlevinin
doğası gereği, uygulama öncesinde işe girişmeden hemen önce –rutinler hariç ki,
onlarda dahi çoğu zaman dâhil- varsayımlar üretir; yani a priori yarar sağlama
yolunu seçer.
Azımsanmayacak
derecede fazla sayıda şirket üst düzey yöneticisinin gerçek anlamda “politika zorunluluğu” olut-koşulunu,
anlayamama veya işin yapılışı açısından, politikayı zahmetler oluşturan bir
engel ya da hantallaştırıcı ve pratik karşılığı olmayan nazari bir meşgale
olarak görmesi ve sair nedenlerle işletme ajandasının ilk ve en önemli ilkesel
maddesi olarak kabullenmediğini sıklıkla müşahede etmekteyiz. Ama strateji söz
konusu olduğunda, bunu adeta oybirliği ile onaylamaları, fakat stratejiyi onu
üreten ve yönlendiren politika olgusundan kopuk olarak yürürlüğe koyma
girişimleri, yönettikleri şirketi “götürü işletmeler” olarak sınıflandırmalarından
başka bir şey değildir. Türkçe’deki “bakkal dükkânı gibi şirket” deyişi bu
açıdan tam yerinde bir tabirdir ve ilginç olan söz konusu tipteki yöneticilerin
şirketlerindeki çalışmalara ve çalışanlara ilişkin şikâyetlerinde,
yakınmalarında aynı deyişi kullanmalarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder