Deming Döngüsü toplam kalite sistemlerinin,
yönetim olgusu içinde üstlendiği rolü sembolize eden dinamik olması hasebiyle
bir tür analog olarak yönetim sorunsalının timsalidir. Deming döngüsünün
kırılgan noktası, deneyimsellik ile anlama proseslerindeki kuramsal taban
eksikliğidir. Teorik yapılanmanın yerini yaptırımcılığa dayalı modelleme
almıştır. Döngü, zaman içinde zorunlu hızlanma ve kalitede seriliği
getirdiğinden, buna bağlı olarak başlangıç başarıları sonucunda meydana gelen
alışılmışlığın oluşturduğu fikri durgunluk, tatmin aşımı ve düşünce atıllığı,
zaman içerisinde sistem kısırlığına, böylelikle işletme ve yönetim olgularının
"verilenin kabulü ve kristalizasyon" nedeniyle tekdüzeleşmesine yol açmıştır.
Bu döngü modellemelerinin adeta kaderidir. İzlemesi kritikçi perspektiflerden yapılmayan
ve sürekli olarak kritikçi akılcı sınamalara tabi tutulmayan döngü
modellemeleri, hangi amacı edinirse edinsinler alışkanlık haline gelirler ve
kısırlaşırlar. Bu noktada asli sorun, daha çok insana ve ondan koparılarak
üçüncü unsur-suret karışımı bir hale sokulan ve kimliksizleştirilen çevreye
dair olanlarla ilgilidir. İşletmeleri sarmalayan en çetin travma ve körlüğe
neden olan bu problem, bir işletmeyi yalnızca kendine özgü bir varlık olarak
özne konumuna getirmekten, örgüt gerçeğini ise atlamak veya en iyi
konumlandırmayla nesne addetmekten kaynaklanır. Hâlbuki gerçekte durum tam
tersidir. Varoluş çevre olarak saydığımızdan koparılmamış insana özgüdür.
Yoğunlaşmanın insanın ürettiği ve onun getirisi üzerinde olduğu bir dünya
tasavvurunda oluşan sorunlara aranan çare yine insanın dışında bir yerlerde
aranmaktadır. Zira artık, insan bir kere ve sanki sonsuz kere dışlanmıştır.
Dışlamanın aktif olarak ilk adımının atıldığı
saha eğitim sistemi içinde yer alır. Okul işletmenin, öğretmen-eğitimci ise
patronun konumundadır. Sınavlar performans ölçüm araçları ve alınan notlar ile
bunların manifestosu geribildirimlerdir. Her bir aşamada insan nesnel ve
dışarıdakidir. Önemli olan sistemdir ve o her türlü deneme-yanılma
alıştırmalarına açıktır. Neticede sisteme bir şey olması havada asılı
mefhumdur; ama sistemin kıskacındaki insan incinmelerin, deneylerin sıradan
kobayı haline gelir: “İnsan insanın kurdudur”, deyişine sadık kalan anlayışın
iş’le rabıta sağladığı en sağlam alanların başında rekabet, performans vs.
terimlerin baskın olduğu sistemler gelir. Bu sistemlerin başat özelliği, inşa
edicilerin iş hayatını tahsil hayatı ile oldukça geçişken bir biçimde eklemlemiş
olmalarıdır. Çoğunlukla bu oluşum nasıl ise öyle bırakılır. Bu ortamdaki insan
da çoğunlukla kendini uyarlama uğraşı ile baş başa kalır. Çemberi kırmak için
harekete geçenler azınlıkta kalmaları bir yana, insana zarar veren bu türden
yapılara karşı ortaya koydukları kanaatleri ile marjinalleştirilirler; bu durum
uçtakilerin öyküsü olarak yaşamdaki yerini alır. Sistemle uzlaşı zemininde
yürütülen mücadeleler ise belirli seviyede başarılı olurlar ve insan için yedek
akciğer işlevi görürler. Ishikawa’nın bu duruma karşı sağlamış olduğu sürekli
iyileştirme fikri ve bunun üzerine inşa edilen Kai-Zen felsefesi, kendi özgünlüğünde
belirli bir düzeyde de olsa, sistemin daraltıcı ve insanı yabancılaştıran
çemberinden, yani problemden çıkış noktası oluşturmuştur. Kalite yönetim
sistemleri alanında Ishikawa bir nevi sıra dışılık sayesinde gerek genel
anlamda sisteme yönelik gerekse özelde kalite idesine taşıdığı “insan nüvesi”
anlayışıyla farklılık oluşturmuştur. Ancak, bu yüklemin zaman içerisinde
getirildiği aşamanın ne sunduğu, nasıl olduğu ayrıca tartışılabilir bir
konudur. Gerçekten de Ishikawa’nın modellemesi uygulama açısından geniş bir
taban bulamamıştır. Bunda belki de en önemli neden Kai-Zen modellerinin
dayandığı tezlerden maada stilde yatmaktadır. Kai-Zen tarz olarak pek çok
işletme için sıkı çerçeveleyici disiplininden ve titizliğinden dolayı işletme
kültürü bünyesine adapte edilememektedir. Zira yönetselden daha çok, iş yapış
biçimlerine odaklanılan Kai-Zen felsefesinde birey temelli takım çalışması
formatı sadece örgüte değil, toplumsal ana kültüre de uygun olmayabilir.
Sonuçta, uyum ve uygulama unsurlarının sistemlerin gelişimini ve işletmesel
seyrini, kalite metotlarının kapsamından daha fazla etkilediğini, belirlediğini
söyleyebiliriz. Buna göre, kalite sistemlerinin işletmenin yönetim olgusunda
anasır bir rol üstlenmediği sonucuna varabiliriz.
Teoride Ishikawa’nın yaklaşımları, insanı öne
alan yönüyle Deming’inkilere nazaran daha sosyal ve psiko-organiktir ve aslında
kendi kritiğini içinde barındırmaktadır. Sisteme dair yardımcı unsurlar, yani
“10 rehber madde” insanı ön plana yerleştirmekle kalmayıp, sistemin açık
verebileceği noktalara işaret etmektedir: Kendini geliştirme, gönüllülük,
çalışma ortamıyla yakından ilgisi olan etkinlikler, kalite kontrol etkinliklerinde canlılık ve süreklilik ile özgürlük
ve yenilikçilik. Tüm bu maddelerin
dikkatli bir okuması yapılacak olursa, insanın kırılgan olabileceği noktalar ve
durumsallığına bağlı halet-i ruhiyesi
açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Mesela bunların içeriğindeki koşulların
insan tarafından süreklilik arz eder bir biçimde karşılanması mümkün değildir.
Son derece doğal insani zaafların sürekli kontrol yoluyla tezahürünün bertarafı
veya kondisyonel olarak engellenmesi olanak dışıdır. Zaten kalite sistemi ve
yönetiminin iyi sağlandığı işletmelerde dahi oluşan kaliteye ilişkin sorunlar,
aksilikler ve başarısızlıklar çoğunlukla insandan kaynaklanmaktadır. Bu doğal
olduğu kadar, insanın oluşturduğu kültürel istasyonlar için de gereklidir. Hatalar
ve yanlışlar insana has her türden gelişim açısından birer öğretidir de. Ishikawa’nın
ki gibi, insanın öne sürdüğü yönlendirici ve hedef gösteren ilerlemeci
düsturlar göreceli de olsa idealleştirmeleri de mündemiç kılarlar. Örneğin,
insandaki mükemmeliyet tutkusu nihayetinde bir arzu, düşsel bir duygu olarak
irrasyonel olsa da, diğer yandan amaç odaklı düşünce olarak daha iyiye
yönelmenin ve onu elde etmenin destekleyici-güdüleyici gücü olarak rasyoneldir
de.
Kalite olgusunu çekirdek anlamından, yani en
pratik deyişle iyi, mükemmeliyetçi, yararlı-güzel iş sadeliğinden koparan,
yönetim düşüncesinde aşırıya giden odaklanma ve işletme akılcılığını fark
edememe, kalite yönetiminin bizatihi idare körlüğü sendromuna girerek kendi
kalitesini sorgulamamasıdır. Seçim yapmada kararsızlık, uyum ve
uygulanabilirlik gibi önemli hususlarda güdük kalınmasına neden olmaktadır. Bu
da özgünlüğü unutturmakta ve pratiği malul kılmaktadır. Herhangi bir
yapılanmanın ve/veya olgunun yönetilmesi insana mahsus normal ve yaratıcı
bulguların türetimleri olmakla beraber ağırlıklı olarak yönetimin kendi
üzerinden diğer katmanlara değin oluşturduğu yüksek konsantrasyon, zaman
içerisinde insan doğasında donuklaşmaya, flulaşmaya ve dolayısıyla uygulamayı
gerçekleştirmede sorunlara yol açmaktadır. Diğer yandan şirketlerin kendilerine
özgün politikayı üretememeleri, hatta birçoğunun bunu düşünmediği ortadadır. Hâlbuki
bir organizasyonun temel yapı taşı politikadır. Diğer tüm unsurlar ve
görüngüler politika üzerinden hayata geçerler. Gerçi politika-sızlık da bir
politik formdur; ama bunun manası anarşi ve yıkıcı karmaşadır. Bir işletmenin politika
zaviyesinden bakışla; şirketlerde –eğer varsa- kalite yönetimi birimlerinin
nasıl organize edildiği ve bunların bilhassa insan ilişkilerinde eriştiği
niteliğin içeriği önemlidir. Mükemmeliyetçi anlayışların dozundaki aşırılık,
sıklıkla kalite yönetimi birimlerinin içine düştüğü hatalardan biridir. Bunun
yanı sıra diğer birimlerden beklenen işlerin oldukça fazla kırtasiye
gerektirmesi, iki taraflı yükü arttırmakta ve belirli periyotlarla çoğu
gereksiz sıkıntılara yol açmaktadır. Bunun oluşturduğu gerilim ve bıkkınlık
bireysel verimi olumsuz etkilemekte, daha da kötüsü çalışanların kalite
sistemine ve ileri aşamalarda kaliteye olan inancını kaybetmesine neden
olmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder