6 Ekim 2014 Pazartesi

İş’in Teorisi 9/2: Kapsayıcı Strateji - Giriş

Bir önceki kısımda belirtildiği üzere, bence Lenin’in son derece iyi bir biçimde kavradığı gibi merkezinde politikanın yer aldığı Clausewitz’in teorilerinde savaş yan bir etken, abartılı bir deyişle ifade edecek olursak, görüngüden öte bir şey değildir. Aslolan politikanın yapılandırıcı ve şekillendirici rolü ve gücüdür. Politikanın gücü ise öncelikle iktisattan kaynak olarak yararlanır -ekonomi onun başat beslenme kaynağıdır-, istikrar ile taban bulur; stabilizasyonun sağlanması ve yerli yerine oturtularak sürdürebilir kılınması için her türden sömürü, şiddet, terör veya savaş mubahtır. Hatta öyle ki, devletler yönetimlerinin politikaları aracılığıyla toplumlarının ekseriyetine bunu talep ve kabul ettirerek meşrulaştırırlar. Günümüzde bu “hileli yönlendirmenin” en dinamik aracı silahlı güç, medya ve bunları destekleyen yüksek teknolojiye dayalı bilişim-iletişim sistemleridir.
Çağdaş olarak adlandırılan bazı batı ülkelerinde politikacıların, dünya tarihinde iz bırakmış devlet adamlarının ve askerlerin başucu kitabı olan “Vom Kriege” son yıllara değin ülkemizde silahlı kuvvetlerin harp akademilerinde ders olarak; bunun dışında akademyanın ve siyasetin –o da ağırlıklı olarak diplomaside- dar bir alanında ilgi görmüştür. Bu ilginin ise, kitabın çok az okunduğuna ve derin anlamlı kazanımlarıyla tanışmadan daha çok kulaktan dolma bilgilere dayandığını belirtmek isterim. Aslında batı dünyasında da son 25-30 yıl öncesine kadar eserin çok fazla okunmadığını, ama bu duruma rağmen çok kere ve tekrara dayalı atıflar yapılan bir kaynak olduğunu bilmekteyiz. Bunun başlıca sebebi eserin orijinalinin ansiklopedik bir karakter izlenimi bırakması ve çok geniş bir hacme sahip olmasının (1000 sayfanın üzeri) yanı sıra, özellikle yazarının oluşturduğu teorilerin sunduğu modellerin soyut algılanan çıkarımında (ünlü teori-pratik problemi) okurun zorlanması, bunun da derin okumalar yapılamamasına neden olmasıdır. Bundan dolayı, yukarıda da belirttiğimiz gibi eserden yapılan ana çıkarım strateji kavramı üzerinde odaklanmış, politika olgusunun öncelliği ve baskınlığı çoğunlukla tam anlamıyla fark edilememiştir. Bunun yanı sıra eserin savaş ve strateji ikilisinden hareketle değerlendirilmesi ve bunlarla sınırlandırarak çerçevelenmesi, içeriğin ve anlamın askeriyeye atfedilmesine neden olmuştur. Bu durum II. Dünya Savaşı sonrasında ulusların birbirleri ile rekabete girmeleri sonucu değişime uğramaya başlamış ve özellikle strateji kavramı ekonomistlerin ve politologların da kullandığı bir kavram haline gelerek daha geniş bir anlam kazanmıştır. Clausewitz’in teorileri Harvard Üniversitesi İşletme İktisadı bölümü başta olmak üzere pek çok yönetim okullarının öğretim programları arasına girmiştir. Bilhassa Boston Consulting Group, “Vom Kriege” üzerinden iş dünyasına yönelik olarak birçok çalışma yapmaktadır.
Clausewitz uluslararası çatışmaları amaç, hedef ve araç ekseninde analiz etmiştir. Ona göre her savaşın amacı düşmanı kendi isteği doğrultusunda boyun eğdirmektir. Hedef, amacın gerçekleşmesi için düşmanı güçsüz hale getirmektir. Hedefin erişilmesindeki takipçi unsur stratejidir ve bu pek çok şekilde cereyan eder. Örneğin, düşman ordusunun çökertilmesi yoluyla (muharebeler kazanmak, ikmal yollarını kesmek gibi) veya askeri olmayan girişimler-
le (propaganda vasıtasıyla düşman ülke toplumunun savaş isteğini, motivasyonunu kırmak, diğer yabancı ülkelerin muhalefetini sağlayarak düşmanın siyasi izolasyonu vb.) hedefin realize edilmesi sağlanabilir. Hedefe ulaşmada insan aklının keşfettiği ve devletin sahip olduğu bütün moral ve fizik güçler, her türden yardımcı teçhizat vasfıyla araç olarak kullanılır.
            Amaç, hedef ve araç ekseninden esinlenen ve savaşın asli içeriğinin kısa, öz ve vurgulayıcı yorumu, Clausewitz’in meşhur cümlesinde “Savaş politikanın başka araçlarla yalın bir biçimde sürdürümüdür” ifadesini bulur („Der Krieg ist eine bloße Fortsetzung der Politik mit anderen Mitteln“, (Vom Kriege I, 1, 24). Clausewitz’in çok sık atıf yapılan bu sözü, biçimsel ve meşruiyet aracı olarak ordunun politikayı belirleyen ve yürüten unsur olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Hâlbuki onun sıklıkla vurguladığı ön koşul olan „politikanın öncelliği“ hususu, her durumda savaşın ve dolayısıyla ordunun politikanın emrinde olduğuna ve politikanın bir aygıtı olmaktan öte özellikli bir anlam taşımadığına ve ordunun kesinlikle politika belirleyicinin yerini almaması gerektiğine işaret eder. Clausewitz’in bu önemli tespitinin ciddiyetini en iyi anlayanlar, askeri darbelere maruz kalan ülkelerin toplumları olmuştur. Bu noktada asıl önemli husus, darbelerin içyüzünü anlamaktan ve bu konuda bilinçlenmekten geçer. Örneğin ülkemizdeki askeri darbelerle ilgili olarak ana hedefe oturtulan ordunun asli unsur ve yürütücü güç olmadığını ve oluşturulanın vesayet değil, iki asırlık geçmişi olan velayet olduğunun ve askeriyenin bu işte netice itibariyle rol biçilen çok yönlü bir aygıttan öte işlevinin olmadığının nihayet anlaşılması gerektiği kanısındayım. 1 Siyasi alana dair bu olgu; politik akıl tarafından düşünülen, tasarımlanan ve tanımlanan bir amacın çıkarımsal uzantısı olan hedef veya hedeflerin hangi araçlar ile yöntemsel olarak (hangi yollarla) gerçekleştirildiğinin örneklemesidir. Görüleceği üzere düşünen ve yürüten belirleyici ana unsur politikadır; onun belirlediği yöntemler vasıtasıyla amaç/amaçlar üzerinden hedefi/hedefleri gerçekleştirmek için kararlılık ile olabildiğince hatalara düşmeden çok yönlü ve eksiksiz olarak planlamalara dayalı yürütülen birleşik uygulama edimleri ise stratejiyi oluşturur ve biçimlendirir. Clausewitz’in de belirttiği gibi “strateji son çözümlemede akıllı olmanın yeni yollarını aramaktır.”
Bazı terminolojik farklılıklar, stratejinin anlamlandırılmasındaki analojik yapılanmayı engellememektedir. Bu bağlamda, iktisadi alanın aktörleri de başka alanlar ile yaptıkları benzeşmelerde olduğu gibi (örneğin fizik, sosyal darwinizm, biyoloji, kimya vb.) askeri analojileri de kullanmaktan geri durmamışlardır. İş dünyası açısından askeri stratejiden esinlenerek, işletmelere yönelik andırışıma dayalı bu türden düşünceleri derli toplu olarak ilk kez Kenneth R. Andrews’in 1971 yılında yayınlanan “The Concept of Corporate Strategy” adlı klasik yapıtı ile dile getirdiği bilinmektedir. Kendisi stratejiyi bir işletmenin neler yapabileceği (üstünlükler ve zayıflıklar) ve işletmeye açık olan olanaklar (dış ortam fırsatları ve tehditleri) cinsinden tanımlamıştır. 1980’lerden itibaren buna benzer örneklere iş dünyası ile ilgili olarak yazılan kitaplarda sıklıkla rastlamaktayız. Özellikle son10-15 yıldır işletmelere yönelik hemen her çalışmada strateji sözcüğünün adeta merkeze oturtulduğunu ve düşünme şablonlarını şekillendirmede başat rol üstlendiğine tanık olmaktayız. Ancak, bir sözcüğün kavramsal niteliği tam anlaşılmadan ve ondan hareketle oluşturulan tezlerin pratikteki uzamları titizlikle gözlemlenmeden iş hayatında kullanımın sonuçları daha baştan başarısızlığa mahkûmdur. Analojilerin yaratıcılığa katkısını ve pratik değerini yadsımıyoruz. Ama burada olduğu gibi, Clausewitz’in netice itibariyle savaşa dair söylemini iş hayatına transfer etmek son derece sıradan bir aksiyondur ve pek çok farklılıklar içeren bir alanın gerçekliklerini ayrı bir alana taşımak zorlama olacaktır. Aslında buradaki temel sorun iş yaşamını savaş olgusu ile benzeştirenlerin bakış açılarından kaynaklanmaktadır. Düşünceme göre, Clausewitz’in içinde bulunduğu uluslararası konjonktürün içerdiği kaotik pozisyon ile günümüzde küreselleşmenin yarattığı karmaşa arasında paralellikler kurabiliriz; yoksa alanların eşleştirilmesine yönelik benzeşimler üzerinden işletmelerin okumasını yapmamız yanıltıcı sonuçlar türetmemize yol açacak son derece kısır girişimler olacaktır. Bence, Clausewitz’in öğretileri bizler için bir çıkış ve hareket noktası olması açısından verimli bir saha sunar, fakat bu avantajı neredeyse birebir örtüşme vasıtasıyla yorumlamalar ve sonuç çıkarımları için kullanmamız sıradan olacaktır. Clausewitz’in deyişiyle “stratejide her şey çok basittir, ama bu işleri kolaylaştırmaz.”
Bu çalışma çok katmanlı olan ve metodolojik yönüyle zahmet gerektiren yoğunluklu zihin-işlevsel bir projeyi ortaya koymayı amaçlar. Konuların eklemlenme ve geçişlerin uyumu, bu tür çalışmaların gerektirdiği betimleme, açıklama, anlama ve çok yönlü okumalara dayalı yorumlamaları zorunlu kıldığından, olgunun zihinsel işleme sokulması ve tekrar olguya dönüşün yapılması, yöntemselliği zorlaştıran nedenlerin başında gelir. Ama bunun yapılması, bu çalışmanın ana tezinin anlaşılması açısından zorunlu olduğu gibi, onun soyut karakterini belirli bir düzeyde de olsa elle tutulabilir ve uygulanabilir bir hale dönüştürülebilmek için gereklidir.
          Çalışmamız, kavramın tarihsel gelişim doğrultusunda açılımının yapılmasını müteakip, Clausewitz’in teorilerindeki strateji okuması ile bu kavramın günümüz iş dünyası için ne anlama geldiğinin kıyaslamasını içermektedir. Ayrıca, konu başlığında yer alan “Kapsayıcı Strateji” kavramının kaynağı olan politika konseptinin ortaya koyduğu belirleyici gücü ve özellikle ülkemizdeki şirketlerin kahir ekseriyetinin bu son derece önemli konuyu kavrayamadıkları için ya distribütör ya da “merdiven altı fason üretici” mesabesinde kalmaya devam ettikleri, en iyimser olasılıkla kopyacı şirketler olarak global piyasada figüran oyuncular oldukları gerçeği ortaya konulmaktadır. Politika oluşturmanın ve bu olguyu sürdürülebilir şirket olmanın yollarından biri olduğuna inandığımız “iyi yönetişim” modellemesi ile işaret ettiğimiz kısımlar, tipik bazı ezber anlayışların (misyon-vizyon gibi) kritize edildiği bölüm ile eklemlenmiştir. Böylece başarılı bir işletme olmanın ciddi ve zahmetli bir iş ve samimiyet ile sürekli izlemeye dayalı zihinsel ve bilişsel -mümkünse deneysel- bir işlevler bileşkesi olduğu; bu sayede farklılığın yaratılabileceği ve küresel pazarda etkin olunabileceği, ama “bildiğimiz strateji sözcüğünün” neticede sadece geçici bir edim ve gerçek manasını ancak politikanın ona kapsayıcılık nitelemesini kazandırması ile bulan politik bir enstrümandan çok daha fazla bir şey olmadığı gösterilmeye çalışılmıştır.  

-------------------------------------     
1 I. Dünya savaşı öncesinde ve esnasında Alman ordusunun generalleri kendilerini siyaset yapıcı olarak görmekteydiler. Aynı durum Osmanlı ordusu için de geçerlidir. Öyle ki bu pretoryan anlayış ülkemiz açısından son yıllara değin devam etmiş olup -silahlı kuvvetlerin yapmış olduğu darbeler bunun en bariz örnekleridir-, “askeri vesayet” olarak adlandırılmıştır. Türkiye açısından büyük travmaların ve sorunların kaynağı ve yürütücüsü olan bu idare biçimini– ki bu topraklarda 200 yılı aşkın süredir çeşitli dönemlerde periyodik olarak tebarüz eden bu idare yapısını iç ve dış destekli “bürokratik velayet” olarak nitelendiriyorum; görüşüme göre ordu bu velayetin silahlı baskı ve korkuyu sağlayan aracı olmaktan öte değildir. Türkiye’de bilhassa son yıllara değin tüm baskınlığı ile hakim olan otoriter devlet erkinin oluşturduğu idare tarzı bürokrasi marifetiyle, ona biçilen velayet sayesinde T.B.M.M.’nin temsil ettiği varsayılan millet vekaletini malul kılmıştır.













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...